Taha Akyol
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay’ı telefonla kutladım, kamuoyu önünde de
açıkça kutluyorum; “Yassıada Demokrasi Müzesi” projesi için...
Daha önce bu köşede birkaç defa yazdığımız dileğimi, Günay’a da ilettim:
-
Adnan Menderes’in sekiz ciltlik konuşmalarını, üzerinde
akademik bir çalışma yaparak yeniden yayımlamak...
Bu konuşmalar yirmi yıl önce Demokratlar Kulübü tarafından yayımlandı. O günün
tekniğiyle yapılmış bir baskı... İndeksi yok, açıklayıcı notları yok... Üstelik
çoktan tükendi.
‘Akademik edisyon’ niteliğinde yeni baskısının yaptırılması fikrini Sayın Günay
çok olumlu buldu, fakat haklı bir tereddüdü var:
- Nihayet siyasi bir liderin konuşmalarını bizim yayımlamamız doğru olur mu,
bakmam lazım. Ama belge yayını, akademik araştırma, müzenin çeşitli
materyallerle zenginleştirilmesi gibi çalışmaları muhakkak yapacağız.
Meclis yayımlasın
Bu durumda, aynı dileğimi
TBMM Başkanı
Sayın
Cemil Çiçek’e iletiyorum. Nitekim
İsmet İnönü’nün konuşmalarını TBMM Kültür Sanat ve Yayın
Kurulu 1993 yılında üç büyük cilt halinde yayımladı; muhalefet lideri olarak
yaptığı konuşmalar dâhil... Çok da iyi oldu.
Üstelik, Menderes artık bir parti lideri değildir; milli iradenin üstünlüğünün
simgesidir...
Darbelere karşı olmanın simgesidir...
Yassıada’daki idamların, daha doğrusu “siyaseten katl” cinayetinin bu
sene 60. yıl dönümüdür. Menderes’in bütün konuşmalarını yayımlamak ‘zamanın
ruhu’na da TBMM’nin işlevine de yakışır.
İnönü’nün TBMM tarafından 1993’te yayımlanan konuşmalarının önsözünü
Hüsamettin Cindoruk yazmıştı, iyi de etmişti...
“Menderes’in Bütün Konuşmaları”nı da TBMM yayımlamalı, önsözünü Cemil Çiçek
yazmalıdır.
Metinleri yayına hazırlamak için gereken akademik çalışmayı
Adnan Menderes Üniversitesi’ndeki akademisyenler yapabilir;
çok da anlamlı olur.
Hukukun düşkünlüğü
Bu meseleyi böylesine önemseyişimin tek sebebi, siyasi görüşlerim değildir.
Daha önemlisi, “Yassıada yargılamaları”nın korkunç bir hukuk cinayeti
olmasıdır.
‘Devrim’ adına hukukun en temel kuralları olan “tabii hâkim” ve “geçmişe
yürüyen ceza kanunu çıkarılamaz” ilkeleri çiğnenmiştir! Avukatlar
tutuklanmış, savunmalar kısıtlanmış, belgeler tahrif edilmiştir!
Demokrasi dönemimizde yargının yaptığı hiçbir hukuk ihlali, bu boyutlarda
olmamıştır.
Fransa’da
Binbaşı Dreyfüs’ün siyasi husumetle mahkûm edilmesine yazar Emile Zola isyan
bayrağını açmış, çığ gibi büyüyen adalet mücadelesi sonunda Dreyfüs beraat
ettirilmişti.
Bu, Fransa’da ‘devrimin hizmetindeki yargı’ geleneğinden, hukukun üstünlüğüne
geçişin en büyük virajı olmuştu...
Celal Bayar’ın
Kayseri Günlüğü
’nde yazdığı gibi, Yassıada’da yüzlerce Dreyfüs faciası icra edildiği halde
bizde bir tane Zola çıkmamıştı! Aksine bu hukuk cinayetlerinin altında “hukuk
profesörleri” nin ve “
Yargıtay yargıçları” nın imzaları vardı! Aydınlar da
alkışlamışlardı!
Şimdi idamların 60. yıl dönümünde,
Türkiye’de
Zola’ların artık mevcut bulunduğunu göstermenin zamanı çoktan gelmiştir.
Menderes’in konuşmaları yayımlanmalı... Yassıada Müzesi açılmalı... Altmış
yıldır üç maymunu oynayan Hukuk Fakülteleri Yassıada yargılamalarını akademik
araştırma konusu yapmalıdır...
Düzeltme notu: TBMM elbette 23 Nisan 1920’de açıldı, dünkü yazımdaki
“1923” kaydı, düzeltmeyi gerektirmeyecek kadar açık bir ‘sehiv’dir.
Demokrat Parti iktidarı
Bazı dönemler vardır ki asla unutulmamalıdır. Kanaatimce, bu
dönemlerin birincisi İstiklâl Savaşı’nın hangi şartlar altında ve nasıl zorlu
bir mücadele sonunda kazanıldığı; ikincisi ise, 14 Mayıs 1950’de Demokrat
Parti’nin iktidara gelişidir. Demokrat Parti’nin iktidara gelişi basit bir olay
değildir. Gerçek manada halkın iktidarı ele alışıdır. Statükonun
parçalanmasıdır. Kalkınmanın ateşlenmesidir. Demokrat Parti iktidarına yalnız
bu zaviyelerden bakmamak gerekmektedir. Türkiye’de, Türkiye’yi kendilerinden
ibaret sayan kesimlerin, halk iktidarı karşısında hazımsızlıkları ve bu
hazımsızlıkları sonunda iktidarın gaspının Türk halkında açtığı yarayı da iyi
bilmek gerekmektedir. 14 Mayıs 1950… Halk iktidarının başlangıç tarihi… Aradan
50 yıl geçti. Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı döneminde üç seçim yaşandı,
dördüncü seçime gidilemeden 27 Mayıs 1960’ta darbe oldu. Ankara’da bir
Demokratlar Kulübü vardır. Eski Demokrat Partililer bu kulüpte toplanmışlardır.
Demokrat Parti’nin 75 milletvekili hâlen hayattadır. Bu milletvekillerinden
bazılarıyla kulüpte görüştüm. Demokrat Parti’nin kuruluşu ve iktidar dönemiyle
ilgili özel bilgiler aldım; hiç yayınlanmamış fotoğraflar temin ettim. Burada
çalışmamı kolaylaştıran eski DP milletvekillerine, Demokratlar Kulübü Başkanı
Hüseyin Agun, şahsıma güven duyarak özel fotoğrafları bana verme lütfunda
bulunan Özer Kenan Yılmaz, Sami Soylu, Halis Tokdemir ve Osman Alihocagil
beyefendilere; ayrıca, incelediğim dönemle ilgili çalışmalarını ve kaynakları
gönderen siyaset ilminin genç temsilcilerinden Dr. Esat Öz; çalışmamda kolaylık
sağlayan gazetemizin Ankara bürosundan İstihbarat Şefi Akif Bülbül ve foto
muhabiri Ahmet Büyük arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum.
Dr. Arslan Tekin
Demokrasinin milâdı Türkiye’de demokrasinin milâdı, 14 Mayıs 1950 tarihi
kabul edilmiştir. Bu tarihte tek partinin iktidarına son verilmiştir. Beş
yıllık muhalefet partisi Demokrat Parti iktidarı ele almıştır. 21 Temmuz 1946
yılında milletvekili seçimleri yapılmış ve Demokrat Parti de 62 milletvekili
ile Meclis’e girmiştir. Artık Meclis’te iktidar partisi üzerinde kontrol
kuracak, çalışmaları takip edecek bir parti mevcuttur. “Ben yaptım, oldu”
denemeyecektir. CHP iktidarı sık sık tenkit edilecektir. Buna CHP’lilerin
alışması gerekmektedir ama mesele böyle tezahür etmiyor.
“Aristidis Kompleksi” Şevket Süreyya Aydemir, “Menderes’in Dramı”nda, CHP’nin
seçimleri kaybedişi üzerine yorum yaparken “Aristidis Kompleksi” başlığı ile şu
hadiseyi anlatır: “Aristidis kompleksi nedir? Aristidis, zamanımızdan 2 bin 500
yıl kadar önce Atina’da itibarlı bir hâkimdi. Her seçimde o seçiliyordu.
Aleyhinde kimse bir şey söylemiyordu. Çünkü kusursuz bir insandı. Bu yıllar
boyu böyle devam ediyordu. Gene bir seçim günü ve Aristidis seçim alanına
girerken, bir köylü, elinde bir midye kabuğuyla Aristidis’e yaklaştı. Bunun
içine usule göre, seçilecek birinin adını yazmasını rica etti. Aristidis’i
tanımıyordu. Aristidis sordu: – Kimin adını yazayım?
- Aristidis’i yazma da kimi yazarsan yaz! – Niçin? Aristidis’in büyük suçları
mı var? – Hayır ama artık bıktık! Hep Aristidis! Artık bu değişmeli!.. Evet,
Halk Partisi iktidarı da artık yorgundu. Halkın çoğunluğunda iktidara karşı bir
bıkkınlık, memleketin havasında, artık bir rüzgâr gibi esiyordu…” * Sadece
bıkkınlık değildi. Hep CHP’nin adının yazılması, insanları bizar etmesi
yanında, halk yoksuldu. Ekmeği yoktu, işi yoktu… Giyimi yoktu… Cenazeyi
kaldıracak imam bulmak artık bir meseleydi. Çünkü dinî okullar olmadığı için,
dinî vazifeleri yerine getirecek insan yetişmiyordu.
Önceki partiler Cumhuriyet ilân edildikten sonra, bir parti etrafında
toplanılması fikri doğdu. Mustafa Kemal, 1923’te Cumhuriyet Halk Fırkası’nı
kurdu. Ardından Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar gibi Mustafa
Kemal’in eski silâh arkadaşları Ekim 1924’te “Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırka”yı
kurarak sert bir muhalefete giriştiler. Ancak, Mustafa Kemal’in direktifi ile o
zaman Başvekil olan İsmet İnönü bir kararname çıkararak, “halkın dinî
duygularını istismar ettiği” iddiasıyla yeni partiyi kapattırdı. Yeni partinin
ömrü birkaç ay sürmüştü. 1930’da ikinci bir parti kurma teşebbüsü daha
olmuştur. “Serbest Fırka” adıyla faaliyete geçen partinin kuruluşu hakkında
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil şunları yazmıştır:
“Mustafa Kemal’in kanaatına göre, Türkiye’nin kalkınmasına ve modernleşmesine
yalnız tek parti sistemi imkân verecekti. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi
(Mustafa Kemal, fikir ayrılıklarını ve faydasız çekişmeleri ortadan kaldırmak
için, bütün bir milleti yeni bir partinin kadrosunda birleştirmek istedi), her
şekilde meşru bir muhalefetin yok edilmesi işte bu düşünceden çıkıyordu.
Bununla beraber halk kitlelerinin göstereceği reaksiyonu kesinlikle bilmek
isteyen Devlet Reisi, 1930’da ince bir manevra yapmağa karar verdi: Silâh
arkadaşı ve sırdaşı Fethi Okyar’ın tavassutu ve teminatı ile ‘Serbest Fırka’
adında bir muhalefet partisi kurulacak idi.” (27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri,
Çev. M. Ali Sevük-İ. Hakkı Akın, 1966, s. 34.) “Sözde muhalefet partisi”
halktan büyük destek gördü. İstanbul, İzmir, Samsun gibi şehirlerde büyük
mitingler tertip edildi. Yeni parti çığ gibi büyüyünce, kapatılma yoluna
gidildi.
Kökten DP’liyiz 1916 doğumlu Hidayet Sinanoğlu, 1954-1960 arası İçel
Milletvekili olarak görev yaptı. 2.5 yıl Yassıada ve Kayseri’de hapis yatan
Sinanoğlu, DP için şunları söylemişti:
“Biz kökten Demokrat Partiliyiz. 1946’da Anamur’da DP’yi kurduk. İlçe ve il
başkanlığı yaptık. Biz DP olarak iktidara geldiğimizde vatandaş 6 liralık yol
parasını, 70 kuruşluk agnam vergisini ödeyemezdi. 1954’de milletvekili
seçildikten sonra Erdemli’nin Torosların tepesindeki Çandar köyüne gittik.
Kadınlar bir tarafa erkekler bir tarafa toplanmışlar bizi karşılıyorlar. Belki
10, belki 20 koyun kesecekler. Biz dedik: Ne lüzumu var… İçlerinden bir ihtiyar
çıktı: – Ne diyorsun bey!… Halk Partisi zamanında agnam vergisi korkusundan bu
dağların başına nöbetçi koyardık. Bizi onlardan kurtardınız.
DP Mersin’e büyük hizmetler yaptı. Mersin limanı, rafineri, Anamur sulaması,
Mersin silosu, Mersin-Antalya, Silifke-Mut-Karaman yolu bizim eserlerimizdir.”
Demokrat Halk Partisi Genel Başkanı Özgen: 14 Mayıs’a herkes
sahip çıkmalıdır Demokrat Halk Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mahmut
İhsan Özgen, 14 Mayıs’ın Türkiye’nin
demokrasi hayatında çok önemli bir
dönüm noktası olduğunu belirterek, “Türk demokrasisi yönünden, büyük bir
demokratik mesafenin alındığı, özellikle halkın oyuna ve insana değer verildiği
bir gündür” dedi. Özgen, yaptığı yazılı açıklamada şu görüşlere yer verdi:
“14 Mayıs’ı, her türlü istismardan uzak şekilde, Türkiye’de milli iradenin ilk
olarak kurulduğu, çok partili demokratik hayatın başladığı gün anlamında tüm
siyasetçilerin kabul etmesi, Türkiye’de sadece halkoyuna ve aziz milletine
gönülden güvenen gerçek aydınların varolduğunu gösterecektir. Bunu sadece bir
partinin iktidara geçiş günü veya iktidarın el değiştirdiği bir gün olarak
ifade eder ve bu şekilde algılanmaya devam ettirilirse; CHP’nin iktidardan
düşürülüp, DP’nin iktidara gelişi şeklinde düşünülürse, bu dar görüş, günümüz
Türkiye’sinde yine en büyük kısır çekişmelerin ve demokratik eksikliklerin
devam ettiği günler içinde kaldığımızı gösterir. Bu açıdan dar düşünceli
olmaktan kurtularak, her türlü istismardan uzak bir anlayışla geniş düşünmeye
ve gerçek demokrasiye sahip çıkmalıyız.”
Yeni bir devir Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938’de
ölümünden sonra, İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı seçildi. Demokrat Parti’nin 14
Mayıs’taki müthiş zaferini Demokrat Parti’nin mükemmelliğinde arayamayacağımız gibi,
27 Mayıs ihtilâline giden yolu da yine Demokrat Parti’nin hatalarında
arayamayız. O dönemde, siyasî misyonu yüklenenlerin psikolojik yapısında ve
sosyal bünyede aramak gerekir. Siyasî misyonun en başında gelen isimlerden biri
İsmet İnönü’dür. Mizacını tanırsak sonraki siyasî gelişmelerin seyrini tayin
etmek daha kolay olacaktır. Ünlü fikir adamı Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil,
İsmet İnönü’nün psikolojisini ve siyasî anlayışını değerlendiriyor: “Çekildiği
köşesinden devletin başına geçer geçmez İnönü’nün ilk hareketi, Bayar’ı ve
Atatürk’ün yakın mesai arkadaşlarını bir kenara itmek oldu. Ünlü selefi gibi,
parti ve devlet başkanlıklarını şahsında toplayan İnönü, çağdaşları Mussolini
ve Hitler’in kurdukları diktatörlükler modelinde bir diktatörlük yolunu tuttu.
Esasen, ötedenberi mevcut tek parti sistemi böyle bir teşebbüse müsaitti.
Köylerde jandarmanın dipçiğine, şehirlerde ise polisin copuna dayanan bir terör
rejimi kurulmuştu. Sinsi ve kinci tabiatlı, dar görüşlü olan İnönü’de,
Atatürk’teki ihata kabiliyeti ve fevkalâde zekâ seyyaliyeti yoktu. CHP’nin altı
prensibinden yalnız üçüne itibar etti. Devletçilik, Laiklik ve
Milliyetçilik. (…) Ona göre, kuvvete
başvurarak memleketi büyük bir kışla haline getirmek pahasına da olsa,
hükûmetin otoritesini son haddine kadar artırmak lazımdı. (…) Laiklik
prensibinin anlaşılışı ve tatbikatı kadar hiçbir şey, umumî efkârı İnönü’den ve
onun her şeye hâkim partisinden uzaklaştırıp tiksindirmemiştir. Batı
memleketlerinde laiklik, devlet ve kilisenin birbirinden ayrılmasını ifade
eder; yani, biri dünya işlerini diğeri de ahiret işlerini düzenler. İnönü
laikliği bu manada anlamamıştır. Komünistler gibi dine karşı yürümüş, din
duygusunu ve Allah aşkını insan kalbinden söküp atmak için mücadele eden bir
nevi materyalizm şeklinde görmüştür.” (27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, s.
35-36.) İnönü’yü ve icraatını tenkit kimsenin haddi değildi. İkinci Dünya Savaşının
bitiminde CHP’den hoşnutsuzluk artık alenen yazılıp söylenmeye başlandı. CHP
içinde halkın sesine kulak verenler çıktı. Celal Bayar, 1943 seçimlerinden
sonra milletvekilliğinden istifa ederek köşesine çekildi. 1945’te de CHP’den
ayrıldı. Ardından Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’la birlikte
CHP yönetimine bir takrir verdiler. Bu takrir üzerine Menderes, Köprülü ve
Koraltan CHP’den atıldılar. 1945 senesinin sonlarında Demokrat Parti’nin çatısı
kurulmuştu. Partinin program ve nizamnamesi 7 Ocak 1946’da ilân edildi.
Mühim bir inkılâp Başbakan Adnan Menderes, birinci Menderes hükûmetini kurdu.
29 Mayıs 1950’de yani seçimden 15 gün sonra Meclis’te hükûmet programını okumak
üzere kürsüye çıktı: “Büyük Millet Meclisinin muhterem azaları! Dokuzuncu
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millî tarihimizde alacağı yer, her bakımdan
çok büyük olacaktır. Tarihimizde ilk defadır ki, yüksek heyetiniz, millî
iradenin tam ve serbest tecellîsi neticesinde, millet mukadderatına hâkim olmak
mevkiine gelmiş bulunuyorsunuz. Dokuzuncu Millet Meclisinin azaları olan
sizleri, Türk milletinin hakikî mümessillerini selâmlamakla derin bir gurur ve
iftihar duymaktayız…(…) Şüphe yok ki 14 Mayıs, bir devire son veren ve yeni bir
devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak, daima anılacaktır. (…)
14 Mayıs seçimleriyle memlekette şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek
ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en mühim merhalesi aşılmıştır. (…) Biz aynı
partinin, birbirini takip eden hükûmetlerinden değiliz. Millet iradesiyle
iktidara gelen bir partiyiz. Millî ve siyasî mürakabeden mahrum bir idarenin
çok uzun yıllar sürüp gitmesi, birçok hataların irtikabına, birçok israflara ve
ifratlara yol açmıştır.”
Yeni bir dünya kuruldu Menderes, hükûmet oluşlarından sonraki ilk nutkunu,
muhakkak, tartarak ve siyasî hesaplarını yaparak vermiştir. Bu nutukta sehven
söylenmiş hiçbir söz olamazdı ve olsa bile mazeret kabul edilemezdi. Menderes,
kendisinin de bir zamanlar mensup olduğu CHP dönemini hemen tamamen kapatıyor
ve yeni bir anlayışla yeni bir dünyaya açıldığını ilân ediyordu. Böyle bir
nutuk, oyla gelen insanların kolayca söyleyeceği nutuk değildi. Menderes öyle
ezici bir çoklukla iktidarı ele aldı ki, bu desteğin ilelebed devam edeceği
fikrine vardı. Halkın geçmiş iktidara karşı duyduğu nefret, bunun yanında
DP’nin farkını ortaya koyacağı icraat iktidarda kalmaya yetecekti. Bu nutuk,
üzerine herkes kendi meşrebine göre yorumlar yapmıştır.
AĞA Menderes 1909 yılında doğan Ali Ulvi Arıkan, 1954-1957 yılları arası
Niğde Milletvekili oldu. Orduda astsubaylıktan üsteğmenliğe yükseldikten sonra
ayrılmış ve ithalat-ihracat işleriyle uğraşmış. Niğde’de DP’nin kurulmasını
sağlamış ve sonra il başkanlığı yapmış. 1960’ta milletvekili olmadığı için
Yassıada’ya gitmedi. Arıkan, o dönemi şöyle anlatıyor: “Emekli bir binbaşı
vardı. Ben Nevşehir’de Demokrat Parti’yi kurdum, sen de burada Demokrat
Parti’yi kur, dedi. Bu dönemlerde partiyi ağzınıza alsanız mahallî zabıta, vali
başta ağır baskılar yapıyor. İşimin bozulmaması için bir başka arkadaşa kurdurduk.
Sonra ben de katıldım. Menderes’le bir hatıram şu: Muzaffer Kurbanoğlu grup
başkanıydı. O zaman grup başkan vekili denmezdi. Kurbanoğlu: ‘Ulvi, akşam Ağa
ile beraberdik. Menderes rahmetliye Ağa derlerdi. Geniş toprakları var ya…
Büyük illerden ikişer, küçük illerden de birer kişi gelecek, Ağa’nın evinde,
seçim meselesini konuşacağız’ dedi. Ertesi günü dedikleri saatte Çankaya’daki
Adnan beyin evine gittim. Samet Ağaoğlu da oradaydı. Salona geçtik. Sol odadan
Adnan beyin sesi geliyordu. Kapıyı araladım. Karşısında Bursa milletvekili Agâh
Erozan var. Samsun milletvekili Muhyittin Kefeli ve daha birkaç arkadaş. Adnan
Beyin vatanperverliğine misal olduğu için bu hatıramı söylüyorum. Agâh bey,
Adnan beye diyor ki: ‘Efendim, muhalefet, plânsız, projesiz siyasî yatırım
yapıyorlar. Bu kadar şeker fabrikası, bu kadar çimento fabrikasını nereye
verecekler, toprağa mı gömecekler, diyorlar. Bir plânlama kurarsak, bu
menfiliği kırarız. Benim bunları dile getirmem, seçime gidiyoruz, seçimi
kaybederiz, diye söylüyorum.’ Başvekil: ‘Bak Agâh Bey, eğer ben yüzde 84’lerin
– yüzde 84 insanımız köyde yaşardı – kalkınması pahasına ben seçimi
kaybedeceksem, öper başıma koyarım.’ dedi. ‘Ama üzülmeyin… Belki fire veririz
ama tek başımıza iktidar olacağız.’ diye devam etti. Efendim, ikinci hatıram
Refik Koraltan’la ilgili… DP iktidar oldu 1950’de… Koraltan’ı Mithatpaşa
Caddesindeki evinde ziyarete gittik. Konyalılar da gelmişlerdi. Onlar
Koraltan’a sordular: ‘Efendim, sebeb-i ziyaretim, istirhamımız, ezanı Arapça
yapalım.’ O zaman Türkçe okunuyordu. Koraltan düşündü, düşündü cevap verdi:
“Haklısınız ama buna ben re’sen karar veremem. Biraz zaman geçsin, inşallah o
da olacak’ dedi. Bunda yine Konyalılar öncü oldu. Biliyorsunuz. Dinî konularda
Konyalılar öncüdür!”
Bir devrin sona erdiği gün Başbakan Adnan Menderes, 14 Mayıs 1950
seçiminden sonra yaptığı ilk konuşmada, “Şüphe yok ki 14 Mayıs, bir devre son
veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak, daima
anılacaktır. 14 Mayıs seçimleriyle memlekette şimdiye kadar yapılanlarla
ölçülemeyecek ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en mühim merhalesi aşılmıştır”
demişti.
Halkın iktidarına karşıydılar emalist ideologların
başında gelen Şevket Süreya Aydemir, Menderes’in sözlerini şöyle tenkit
etmiştir:
“Yeni iktidarın ilk günü, iyi başladı denilemez. Hem Atatürk’ün, hem gelmiş
geçmiş inkılâpların, yalnız hatırlanmayışı değil de, bir nevi inkâr edilişi,
iyi bir başlangıç sayılamazdı. Çünkü bu suretle, arkada kalanlarla bütün bağlar
kopuyordu. Bütün köprüler yıkılıyordu. Sanıyorum ki, bu bağların kopuşu, bu
köprülerin böylesine yıkılışı, Demokrat Parti iktidarını ve Menderes’i
memlekette ve parlamentoda, yıllar yılı olgunlaşıp gelen tarihî gelişmenin
biraz dışına atmıştır. Ve onlara yeni bir devrin, yeni bir nizamın, ancak
şimdi, yani kendileriyle başladığı gibi yanlış bir benlik şuuru vermiştir.
Başvekilliğe kadar normal yollarla gelen Menderes’in bu ilk ve aşırı çıkışı,
öyle sanıyorum ki, 1950-1960 arasındaki çatışmaların ve sonuçların meydan
alışında önemli bir sebep bir faktör olsa gerektir…” (Menderes’in Dramı, s.
208. )
Neden DP? Demokrat Parti, Aydemir’in, “keşke demeseydi, keşke yapmasaydı”
mealindeki yorumlarına muvafık hareket etseydi, Adnan Menderes, kesin bir
farklılık ortaya koymasaydı, varlık sebepleri olmayacak, dolayısıyla CHP’nin
bir fraksiyonu görüntüsü verecekti ki, bu da halkı tatmin etmez, yeni
arayışlara iterdi. Eski DP Milletvekili Halis Tokdemir bana şunu demişti: “Daha
önce de parti kurulmuştu. Meselâ halkın içinde ‘kuzu partisi’ diye anılan Nuri
Demirağ’ın Millî Kalkınma Partisi’ne halk itibar etmedi. Halk Atatürk’ü
seviyordu. Hem de çok. Atatürk’ün arkadaşı, son başvekili Celal Bayar kalkıyor
bir parti kuruyor. İlk zamanlar halk Menderes’i bilmiyordu. Hususiyetlerini
tanımıyordu. Celal Bayar öndeydi. Atatürk’ün arkadaşının öncülüğü partiyi
halkın nezdinde kabul ettirdi.” 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne götüren ruh hâlini
vermek için Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında cereyan eden
çekişmenin şiddetini ortaya koymamız gerekir.
Hâlbuki, Demokrat Parti’yi kuranlar da önce CHP’li idiler. Bu kadar
birbirlerine karşı hırçınlaşmaları ve garezkâr hareketleri, halk tabakalarına
da giderek yayılmış ve particilik neredeyse şahsîleştirilerek bir ölüm kalım
mücadelesi hâline getirilmiştir. Seçim dönemine ait bir anekdotu nakletmek
isterim. Muhalefetin korkusu, DP’nin kazanacağının belli olmasıyla birlikte
İsmet İnönü’nün akıl almaz bir oyuna girip seçim yapmaktan vazgeçeceği idi.
DP’de mukabil oyunlar geliştirmiştir. Celal Bayar İttihatçı geleneğinden gelen
bir politikacıdır. O da İsmet İnönü kadar politikanın kurnazlıklarını
bilmektedir. 14 Mayıs seçimlerinden önce DP teşkilâtına gizli bir haber salar
ve der ki: İsmet İnönü’nün seçim gezilerine katılacak ve onu alkışlayacaksınız!
Buradaki maksadı, İnönü’nün seçimlerden vazgeçme tavrını ve sandıklara
müdahalesini önlemektir. İnönü, etrafındaki kalabalığı ve coşkuyu gördüğünde,
seçimi kazanacağına emin olacaktır. Seçimden bir hafta evvel İzmir’dedir.
İnönü kendisini karşılayan ve alkışlayan kalabalıktan son derece mesrurdur.
Gazetecilere DP’yi kastederek şunu söyler: “Ben bunları yenerim. Siz de
görürsünüz!”
Üç grup Samet Ağaoğlu, ki Demokrat Parti milletvekili ve bakanlarındandı,
“Arkadaşım Menderes” adlı kitabında Demokrat Partinin sosyal yapısı hususunda
şu tespitlerde bulunur: “D.P.; köylü, işçi, esnaf, yeni fikir ve görüşlerin
etkisi altında genç aydınlar ve bunların aralarında, Halk Partisi’nden çeşitli
sebeplerle ayrılanların, el ele ayaklanmaları şeklinde doğmuştur. Partinin
idareci kadrolarına da, bu bünyesine uygun olarak, demokrasiye yüzde yüz
inananlarla, başka ideolojilere bağlananlar ve sadece şahsî çıkarlarının
peşinde olanlar da girdiler. Böylece, Demokrat Partinin çatısı altında üç grup
insan toplandı: – Demokrat idealine bağlı genç idealistler, – Demokrat idealine
bağlı tecrübeli idealistler, – Demokrat Parti’nin temsilcisi bulunduğu idealle
ilgili bulunmayanlar…” (s. 63)
Bunun yanında 1950’li yıllardan beri politikanın içinde yer alan Dışişleri eski
Bakanı Prof. Dr. Turan Güneş, Demokrat Parti iktidarına “aydınlar”ın bakışını
şöyle değerlendiriyordu: “Arapça ezan gibi birçok konuda DP’nin en basit, en
kolay, en demagojik yolları seçtiği söylenebilir. Ama bu, olayın çıplak
gerçeğini ortadan kaldırmaz. Türkiye ilk kez bir çeşit sivil topluma yöneliyordu.
Yahut bir başka deyimle, halk şimdiye değin yabancısı bulunduğu iktidarı ele
geçiriyor veya etkilenebiliyordu. Bunun sonucu, bu kez seçkinlerin yeni iktidar
modeline yabancılaşması olmuştur. Seçkinler, kendilerini aşan, kendi değer
yargılarına ters düşen ve çağ dışı saydıkları bu modeli bir türlü kabul
edememişler, daha doğrusu böyle bir toplumda yerleri ve işlevlerini
saptayamamışlardır.” (Araba Devrilmeden Önce, 1983, s. 102-103.)
Bayar ve İnönü barışı Hüseyin Agun, Demokratlar Kulübü Başkanı. Agun, 1913
doğumlu. Orman Başmüdürü iken 1954 seçimlerinde Meclis’e girdi. 2.5 yıl hapis
yattı. “Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960” adlı bir de
kitabı vardır. Celal Bayar’la İsmet İnönü’nün barışmasına şahit oldu: “Celal
Bayar İstanbul’dan Ankara’ya gelmişti. Hapis yattıktan sonra oluyor. Mevhibe
İnönü telefon ediyor: ‘Beyefendi, sizi Paşa Hazretleri beş çayına davet ediyor.
Ben de pasta yaptım. Lütfen teşrif ediniz’ diyor. Bayar’ın damadı Ahmet
Gürsoy’un evi Ankara’daydı. Bayar orada kalırdı. Davet geldiği sıra, Çorum
milletvekili arkadaşımız vardı, kazada vefat etti, onun evindeyiz. Celal Bayar
telefona gitti. Sonra bize: ‘Mevhibe Hanım telefon etti, böyle şey söyledi. Ne
dersiniz?’ diye sordu. ‘Beyefendi’ dedik. Davete icabet etmeniz lâzım. Bu iş
kalksın ortadan. Böylece barışıyorlar. Adalet Partisi, cesaret edip de bizim
affımız ve haklarımızın iadesi için bir adım atamadı. Yine İnönü meseleyi
Meclis’e getirdi, onlar da imzayı attılar.”
Demokratlara bürokrat tepkisi Dr. Esat Öz’ün Demokrat Parti iktidarı ile
ilgili önemli tespitleri bulunmaktadır. Öz, özellikle bürokratların ve
aydınların DP iktidarı karşısındaki tavırlarını ele alır ve yorumlar. Sivil
bürokrasi ise yeni siyaset sınıfına ve siyasete ‘elitist’ yaklaşmakta, onu
küçümsemektedir. 1950’lerdeki siyaset, ‘politikanın sokağa (ayağa) düşmesi
olarak tanımlanmış ve siyasî elitin bürokratik mekanizmadan çok, iş adamları ve
geniş halk kitleleri ile temasta olduğundan şikâyet etmiştir. Entellektüel
elitin bakışı da bürokratik elitin bakışından farklı değildir. Demokratların
pragmatik politikasına tepki göstermektedirler.
Menderes’i hazmedemediler Elitlerin, bürokratların
DP’lilere bakışı farklıdır. Dr. Esat Öz, sonuç olarak şunları yazar: “Bir
tarafta, sosyo-ekonomik gücü ve prestiji giderek artan ticaret-sanayi erbabı ve
köylü sınıfıyla birlikte DP; diğer tarafta ise prestijini ve ayrıcalıklı
statüsünü kaybetmeye başlamış bir sivil-asker bürokratik elitle onun
sözcülüğünü üstlenmiş CHP yönetimi. Bu iki “blok” arasındaki amansız rekabet ister
istemez dönemin hem siyasal söylemini hem de pratiğini şekillendirmeye
başlamıştır. (Ö) Asker-sivil bürokratik elitle entelektüel elitin 1950’lerdeki
DP politikasına 27 Mayıs darbesiyle verdiği cevap, demokrasi yolunda alınan
mesafenin önemini azaltmış, yeni gerilimlerin tohumlarını ekmiştir.”
(“Türkiye’de Demokrasinin Gelişimi ve Demokrat Parti”, Türkiye Günlüğü, Yaz
1998, s. 35-36.) Demokrat Parti, iktidara geldiğinde ordu içinde kıpırdanma
olmuş mudur? Rivayet muhtelif… Zaman zaman yazılan bir hikâye vardır… Bu hikâye
İsmet İnönü’nün başbakanlığı sırasında, Günvar Otmanbölük tarafından 1962’de
Yeni İstanbul Gazetesi’nde de yazılmış, ancak İnönü yalanlamamıştır. Olay şu:
“14 Mayıs 1950’de geç saatler. Sandıklar açılmış ve oylar ekseriyet DP’ye
çıkıyor. Gece Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman hışımla makamına
geliyor. Ama odasında Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut oturmaktadır. Org.
Yamut: – Paşam Demokrat Parti iktidarı kazanmıştır. Org. Gürman: – Bu adamlara
memleketi teslim edemeyiz! Bu muhavere üzerine Nuri Yamut tabancasını çekiyor
ve: – Meclis toplanıncaya kadar mevkufsunuz. Daha sonra ben sizin emrinizdeyim.
Lüzumu ne ise onu yaparsınız. Org. Gürman enterne ediliyor ve odaya
kapatılıyor. Meclis açılıp Celal Bayar cumhurbaşkanı seçildikten sonra Org.
Gürman serbest bırakılıyor. 6 Haziran 1950’de toplanan Bakanlar Kurulu
kararıyla Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları değiştiriliyor. Kararname 8
Haziran 1950’de 7527 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giriyor. Bu
kararnameyle Org. Nuri Yamut Genelkurmay Başkanı olmuştur. Bir başka rivayet:
Bir albay, Menderes’e gelmiş ve İnönü’nün etrafında toplanan bazı kumandanların
darbe hazırladığını haber vermiştir. Bu haber üzerine 13 Haziran 1950’de
Menderes şu ağır konuşmayı yapmıştır: “Size esefle haber vermek isterim ki,
iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı halde, bazı zaruri değişiklikleri
mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etmek
yoluna sapmıştır. Bizim bütün çalışmalarımız memleketimizde demokrasiyi
perçinlemeye matuftur. CHP, eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa,
başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır. Bu iktidar hastaları, havayı
karıştırmak istemektedirler. Memlekette siyasi iktidarı muhtal (bozuk)
göstererek, bir polemiğe, bir hücum ve taarruza geçmişlerdir.” (Menderes’in
Dramı, s. 212.) Şevket Süreya Aydemir, bunu “çocukça bir ihbar oyunu” diye
anlatır. Metin Toker, askerin müdahale etme talebinin “külliyen yalan” olduğunu
yazar: “Asker’in 1950 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İnönü’ye gidip o
isterse sonuçları iptal etme teklifinde bulunduğu hiçbir asıl ve esası
bulunmayan yalandır. Bunu, ordu yüksek kademesini toptan değiştirme niyetindeki
yeni DP iktidarı çıkartmış, kendi yayın organı Zafer Gazetesi’ne yazdırtmış,
derhal tekzip olunmuştur: Böyle bir teklif değil, böyle bir ziyaret dahi
yoktur! Buna rağmen iddia tekrarlanıp durmuştur. Daha eskiye gidilirse rejimi
tek partiden çok partiye, yani demokratik parlamenter sisteme geçirme kararı
askerden hiçbir mukavemet görmemiştir. Zaten Milli Şef, bunun ‘icazet’ini ondan
istememiştir.” (Milliyet, 22 Nisan 2000) * * * Muhaliflerin ve muvafıkların
sözleri… İki tarafın da anlattıkları birbirine zıt.
‘İsmet Paşa gibi bir muhalif’ İhtilâlcilerden Dündar Seyhan hatıralarında
bahseder. Kendisi 38 kişilik Millî Birlik Komitesi’nde olmamakla bereber,
ihtilâl hazırlığının ileri safhalarında bulunmuş, ihtilâl vaktinde de
Washington’a vazifeli gitmiş ve ihtilâlin ardından yurda dönmüştü.
Yassıada’da, tutuklulara çok kötü muamele yapıldığı söylentileri ayyuka
çıkmıştır. MBK’nın bazı üyeleri söylentileri yerinde incelemek üzere adaya
giderler. Menderes’le görüşürler. Dündar Seyhan’ı okuyalım: “Numan Esin; geçen
on yıllık hükümet etme sonunda iktidarlarının ihtilâlle sona erişi bakımından,
olayların sorumluluğunu inceleyip incelemediğini ve bu incelemede şahsen bir
vicdan muhasebesi yaptıysa neticesinde neye ulaştığını sual olarak ortaya
getirdi. (…) (Menderes) Her olaydaki yanlış tutumlarına muhalefeti sebep, saik
ve müşevvik olarak gösteriyordu. (…) Sonra: – İhtilâl gelişi ile bizi de,
Türkiye’yi de bir uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmıştır. Dedi.
Yaptığı açıklamalar karşısında bir nokta özel bir önem kazanıyordu.
Ortaya getiriverdim. – Adnan Bey, dedim. 1950’de tamamen meşru olarak iktidara
geldiniz. Milletin ekseriyet reyiyle 10 sene iktidarda kaldınız. Yukarıdaki
izahatınızla, bu memlekette her meşru olarak iktidara gelen parti tutumu ve
tedbirleri ne olursa olsun memleketi on sene sonra ihtilâle mi götürür demek
istiyorsunuz? Biraz düşündü… Yarı gülerek; – Muhalefet lideri İsmet Paşa
olursa, evet, dedi.” (Gölgedeki Adam, s. 124.)
Hırçınlığın zararı Demokrasi hırçınlıkla başlamış, muhalefet ve iktidar,
amansız bir düşmanlık yolu tutmuş ve sonunda ihtilâle gelinmiştir. Yukarından
beri izah ettiğimiz ruh hâlini Menderes de tespit etmiştir. İnat ve gayz
insanların basiretini bağlıyor ve meseleyi daima şahsîleştiriyor. Oysa ki,
politikacı kendisi için değil, cemiyet için vardır ve varlık sebebi de
cemiyettir. Türkiye’nin demokrasiye geçişinde sancı büyük olmuştur. Demokrasiye
geçişinin sancısının büyüklüğü kadar demokraside siyasîlerin tavrını hazmedip
hatasıyla sevabıyla kabullenmek de o derece zor olmuş ve netice ihtilâle gelip
dayanmış.
Enver Paşa’nın masası DP’nin Millî Savunma Bakanı idi. Bu fotoğraf 1953’te
Celal Bayar’la birlikte alınmıştır. Kenan Yılmaz’ın sağ omuzunun ardında
görünen Celil Gürkan’dır. Celil Gürkan, o zaman binbaşı rütbesinde ve Kenan
Yılmaz’ın yaveriydi. Gürkan, Cunta, 9 Mart 1971’de ihtilali gerçekleştirseydi,
Başbakan Yardımcılığına getirilecekti. Ancak, güvendiği insanlar Kara
Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, emir
kumanda zincirinde 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmac’ın
kumandasında Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ile birlikte hükûmete
muhtıra vermiş, Tümgeneral Gürkan ve 12 arkadaşını emekliye sevketmişlerdir.
İkinci resimde Kenan Yılmaz’ın oturduğu masa Enver Paşa’nın masasıdır. Önceki
Millî Savunma Bakanı Enver Paşa’nın masasına oturmuştu. Bu da tenkit edildiği
için, Kenan Yılmaz bakanlığa getirilişinin ilk günü hatıra fotoğrafı çektirmek
için oturmuş ve sonra masayı müzeye göndermiştir.
“Erzurum ile Tortum’u birleştireceğiz” 1957’de Erzurum’dan milletvekili
seçildi. 1922 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Yassıada’da beraat
eden 47 kişiden biridir. 1.5 yıl kadar tutuklu kaldı. AP’den Erzurum senatörü
seçildi. “Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin temeli 1957’de atılmıştı. 1958’de
dersler başladı. Ankara’dan Erzurum’a büyük bir misafir treni tertip edilmişti.
Biz Erzurum milletvekilleri olarak o trende misafirlerle beraber gittik. Bizden
bir gün evvel, uçakla Menderes ve Celal Bayar gittiler. Tren, Erzurum
İstasyonu’na geldiğinde, baktık ki Menderes ve Erzurum belediye başkanımız Edip
Sunguroğlu oradalar. Menderes elimi sıktı. Benim Tortumlu olduğumu biliyordu.
Bana dedi ki: ‘Erzurum’la Tortum’u kavuşturacağım.’ İnşallah dedim ama,
düşündüm; ne manada söylüyordu? Sonra buldum. Türkiye’nin kalkınması
sanayileşmesi kafamıza yer etmişti. Erzurum’u Tortum’a kavuşturmak ekonomik
manada söylenmişti. Sanayi kuruluşlarıyla birleştirecekti. Menderes hakikaten
çok ihatalı bir liderdi.”
Menderes, DP iktidarını Anadolu köylerinin desteğiyle 4
yılda iktidara taşıdı Menderes’in kalkınmayı köylerden başlatması DP’nin
oylarını 1954’te en yükseğe ulaştırıyor. 1957 seçimlerinde ise düşüyor. Yeni
bir seçim olsaydı düşmesi mukadder olacaktı, ama bu seçim yaptırılmıyor.
Hizmet adamıydı
Demokrat Parti’nin iktidara gelişi 14 Mayıs 1950 seçimleri ama bunun zemini
1946’da atılmıştır. Bu yıl CHP 396, DP 62, bağımsızlar ise 17 milletvekilliği
kazanmıştı.
Seçimlerin normal şartlar altında geçmediği herkesçe biliniyordu. Oylar açıktan
atılmış, sayım ise gizli yapılmıştı. Bu anormal bir durumdu.
Ali Fuat Başgil, “Bu 62 mebusluk, muhalefeti tatmin için çok zayıf, fakat
halkçılara üzüntü vermek için kâfi bir başarı idi. (…) Demokratların durumu ne
kadar zayıf olursa olsun, Meclis’e girişlerini CHP surlarında açılmış bir gedik
olarak kabul etmek gerekiyordu.” demiştir.
DP daha kurulalı iki yıl olmuştu… CHP nasıl kendi içinden DP’yi çıkardıysa, DP
de Millet Partisi’ni doğurdu.
DP içinden bazıları Celal Bayar’a şüpheyle bakıyor ve ikili oynamakla
suçluyorlardı. Sebep de anti-demokratik olarak görülen eski Mussolini
yönetiminden alınmış Ceza Kanunu’nun altında, geçmişte onun da imzasının
bulunması idi. Bayar, “Tarihin zaruretleri neticesi çıkardıkları bahis konusu
kanunları bugünkü şartları anti-demokratik hâle getirmiştir” dese de, rakiplerini
ikna edemiyordu.
DP’nin İstanbul İl Başkanı Avukat Kenan Öner, General Sadık Aldoğan, Osman
Bölükbaşı, Fuat Arna ve bazı milletvekilleri DP’den ayrılıp Millet Partisi’ni
kurdular. (20 Temmuz 1948).
CHP, DP bünyesinden yeni bir partinin çıkmasından memnun olmuştu, ama çok
geçmeden bunun DP’nin parçalanıp ufalması anlamına gelmediğini anlamıştı. Daha
muhafazakâr olan ve sert muhalefet yapan Millet Partililer, bunun yanında
DP’liler ve CHP’ye iki koldan taarruz etmeye başlamışlardı.
Bunun karşısında CHP de sertleşmişti. Basın Kanunu değiştirildi. Gazeteciler
takibe alındı ve bazılarının bileklerine kelepçe vurulup tutuklandı.
Köylerde zulümler arttı. Hükûmet makamlarının emirlerine uymadıkları iddiasıyla
Aslanköy ve Senirkent halkı, kadın-erkek, suçlu-suçsuz ayırdedilmeden elleri
bağlanarak hapishanelere gönderildi.
CHP, cop ve dipçik zoruyla iktidarını devam ettirme yolunu seçmişti. Cop ve
dipçik zoru meselesi son derece önemlidir. DP iktidarını darbeyle düşürenler ve
onlara “fetva” veren koskoca profesörler DP’nin keyfî uygulamalarını ve
Anayasa’yı ihlâlini ihtilâl sebebi gösterip meşruiyet aramışlardır. Öte yandan
İsmet İnönü’nün tek parti döneminin yasakları, ihlâlleri, copları, dipçikleri,
eziyetleri görmemezlikten gelinmiştir.
1946 seçimlerinde, bahsettiğimiz gibi, kapalı oy, açık
tasnifle seçim yapılmıştı. Muhalefet, şiddetli münakaşalardan sonra, CHP
iktidarını gizli oy, açık tasnife razı edip bir kanun çıkmasını sağladı.
14 Mayıs 1950’de yapılan seçime katılma oranı yüzde 89.3 oldu. DP, 4.241.393 oy
almış ve 420 milletvekili çıkarmıştı. CHP’nin oyu 3.176.561 idi. Çıkardığı
milletvekili sayısı ise 63, Millet Partisi 1 milletvekilliği kazanmış, Meclis’e
üç de bağımsız girmişti. DP’nin oy oranı yüzde 52.7; CHP’nin ise yüzde
39.4’tür.
Yeri gelmişken, ihtilâle kadar olan seçimlerin sonuçlarına da bakalım:
1954 seçimleri:
DP: 5.151.550 (%57.6), 505 milletvekili; CHP: 3.161.696 (% 35.4), 31
milletvekili, CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi): 434.085 (% 4.9), 5
milletvekili; bağımsız: 1.
1957 seçimleri:
DP: 4.372.621 (% 47.9), 424 milletvekili; CHP: 3.753.136 (%41.0), 178
milletvekili; CMP: 652.064 (% 7.1), 4 milletvekili.
* * *
Yukarıda görüldüğü gibi DP 1954’te en yüksek oya ulaşmış, 1957’de ise bu oranda
düşme görülmüştür.
Ruhu için Fatiha
Millet Menderes’i çok sevmişti. Kalkınma ve halkın inancına saygı halkın DP
etrafında kenetlenmesine yetmişti. Ankara Tunus Caddesi’nde Köprülü
Apartmanı’nda dinlediğim eski DP’liler Menderes’in hizmet aşkı üzerinde
hemfikirdiler.
Ekrem Dikmenoğlu, Trabzon DP İl İdare Kurulu üyesi. 1933 doğumlu. İstanbul
Yüksek Ticaret Mektebi mezunu. 1961-1977 arasında Adalet Partisi’nden Trabzon
milletvekilliği yaptı. Menderes’in kalkınma ve imara verdiği önemle ilgili
hatıralarını anlattı:
“İstanbul sahil yolu yapılırken, şantiye şefliği yapan bir arkadaşım vardı.
Gebze’de askerliğimi yapıyordum. Şoförümle sahil yoluna gelmiştim. Kırmızı
plâkalı arabaları görünce, cipten indim. Menderes gelmişti. Yanına varıp elini
öptüm. Menderes çakıl yığının bir tarafına oturmuş, işçiler de oturmuş şantiye
şefi arkadaş izahat veriyor. Menderes o sıra, işçileri göstererek, sordu: ‘bu
çocuklara sabahleyin ne veriyorsun?’ O da: ‘Çay, zeytin, peynir, reçel…’
deyince Menderes: ‘Evlâdım, bunlar ağır işçilerdir. Bundan sonra kazan
kaynatacaksın. Kahvaltıyla çalışamazlar.’ dedi.
Ankara’ya milletvekili olarak geldiğimde, Topal Osman’ın çetesinde bulunmuş,
Süleyman baba diye bir şoför vardı, Meclis karşısındaki taksi durağında. Onun
arabasıyla Bendderesi tarafına gittim. Yeni açılan yolun kenarında bir kayalık
yerde indi.. Dua ediyor. Duası bitince arabadan indim dedim ki: ‘Süleyman Baba,
kime okudun bu duayı?’ Süleyman Baba anlattı: ‘Senelerce Bendderesi taşar ve
insanlar boğulurdu. Bir akşam arabama bir zat bindi. Buraya geldik. Şantiyeleri
dolaşıyor. Arabada pasta falan çıkarıyor, kendisi yerken bana da ikram ediyor.
Bendderesi’ne geldik. İndi, inceledi. Sonra arabaya bindi, bana: ‘Çek evlâdım
başbakanlığa.’ deyince uyandım. Arabaya binenin Menderes olduğunu anladım.
Arabadan indim, elini öptüm. Kendisini başbakanlığa getirip bıraktım. Gece
sabaha kadar dolaştığımız için iki yevmiyemi peşin verdi. ‘Bu akşam
çalışmayacaksın, yarın sabahtan itibaren çalışırsın.’ dedi. Müşterim kim olursa
olsun, buraya geldiğimde mutlaka Menderes’in ruhuna Fatiha okurum.’
Demokratlar Kulübü
“Demokrat Kulübü” yerine “Siyasî, İçtimaî Terbiye Kulübü” desek yeridir. En
küçüğü 80’e merdiven dayamış DP milletvekilleri son derece alicenap ve nazik
insanlar… O vakitte mi öyleydiler, yoksa zaman mı onları yoğurdu bilemiyorum.
Ama artık tükenmeye yüz tutmuş birer insanlık nümunesi gibi göründüler bana. Bu
insanları Köprülü Apartmanı’ndan alıp hemen karşılarındaki TBMM binasında bir
odayı tahsis etsek, bütün milletvekilleri için mutlak bir kazanç olacaktır.
Fotoğrafta yer alanlar: Osman Alihocagil, Ekrem Dikmenoğlu, Özer Kenan Yılmaz,
Hidayet Sinanoğlu, Hüseyin Agun, Ahmet Nuri Kadıoğlu, Halis Tokdemir, Sami
Soylu, Dursun Tosun…
“Otuz sene sonra TBMM bizi akladı”
Konya milletvekili… 1916 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Meclis’e
DP’den 1957’de girdi. 2.5 yıl hapis yattı: “Menderes’i çok severdik, sayardık.
Şöyle bir hatıramız oldu. 1960 ihtilâlinden bir hafta önce Konya
milletvekilleri olarak onu ziyarete gittik. Arkadaşlardan birisi dedi ki:
‘Beyefendi ihtilâl olacak diyorlar. Herhâlde bir tedbir almışsınızdır.
‘Menderes: ‘Benim her şeyi delip geçen keskin bir zekâm vardır. Eğer ben orduya
güvenmesem, tâ İstanbul’a en yakın yere kadar orada garnizon kurmazdım. Tabiî
biliyormuş ama böyle gösteriyordu. Yassıada’da 400’e yakın DP milletvekili vardı.
Bunun 350 küsuru 5 yıl 2 aydan başlamak üzere müebbede kadar hapse mahkûm
edildiler. Sonra af çıktı, 2.5 sene yattıktan sonra tahliye edildik. Yalnız
bizi teselli eden şey şu: bizi “TCK’nın 146. maddesine göre Anayasa’yı ihlâle
teşebbüs”ten mahkûm etmişlerdi. Vatan haini olarak ilân etmişlerdi. Ama
karardan 30 sene sonra TBMM’den iade-i itibar kanunu çıktı. O kanunda diyor ki:
‘Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı tarafından verilmiş olan cezaî, hukukî, malî
bütün kararlar keen lem yekûndur. Yoktur. Bu bizi teselli etmiştir.”
DP halkla bütünleşti
DP, iktidarı “Yeter söz milletindir!” sloganıyla almıştı.
14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra milletvekilleri Ankara’da toplandılar. Önce
yeni bir cumhurbaşkanı seçildi.
Bazı genç milletvekilleri Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı seçilmesine karşıydılar.
Bunlardan biri de Gümüşhane Milletvekili Halis Tokdemir’di. Tokdemir, parti
içinde demokratik tavırların her zaman konduğunu belirtiyor. Tokdemir,
1950-1957 arasında Gümüşhane Milletvekilliği yaptı. Ortaokuldan sonra İstanbul’a
geldi, Sen Josef ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. 1920 doğumlu. Kendisiyle
yaptığım konuşmayı veriyorum:
“Herkes fikrini söyler”
“Daha 26 yaşındayken, 1946’da İstanbul Kuzguncuk parti teşkilâtını kurduk.
1946’da seçim oldu. Ben sandıkları gezdim. Kuzguncuk’ta çok sevdiğim bir
arkadaşımın babası, mal müdürü idi, emekli. Sandığın başına onu oturtmuşlar.
Memurlar CHP’dendi. Akşam olmuş; vakit dolmuştu. Bey amca sayım yapmıyor muyuz?
diye sordum. ‘Ne sayımı yahu! Ben oyları yırttım!’ Oylar yırtılmaz, sayılması
gerekir, dedim. Bana: ‘Sen karışamazsın. Ben burada yetkiliyim’ dedi. Oyları
saymadı.
Biz Menderes’i çok severdik. Ama her dediğini yapan bir mebus değildik.
Menderes’e zaman zaman karşı gelenlerden birisiyim. Demokrasi babında karşı
geliyorduk. Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olmasına gençler olarak karşıydık.
Partinin başında kalmasını, tecrübeli bir başbakan olarak memleketi idare
etmesini istiyorduk. Onun için cumhurbaşkanlığına rey vermedik.
Menderes, çok sevdiğimiz, eski talebe liderim Tevfik İleri’yi grup başkanlığına
aday göstermişti. Biz de Tevfik ağabeyin karşısında Antalya Milletvekili Dr.
Burhanettin Onat’ı destekliyorduk. Nitekim Onat kazandı.
DP’yi Türk Milleti seçtirdi, Türk milleti kaybettirdi, ihtilâli de Türk
milletinin yaptığına kaniim.”
Eski Niğde Milletvekili Ali Ulvi Arıkan da, partide parti başkanının
hegemonyasının olmadığını, herkesin fikrini açık açık söylediğini belirtmişti.
Celal Bayar, 22 Mayıs’ta, 387 milletvekilinin oyu ile cumhurbaşkanı seçildi.
Refik Koraltan Meclis Başkanı, Adnan Menderes Başbakan, Fuat Köprülü Dışişleri
Bakanı oldu. Parti kurucusu bu dört kişiden Köprülü, eski arkadaşlarıyla
anlaşamadı ve 1957’de ayrıldı. Diğer üçü 1960 yılına kadar aynı vazifede
kaldılar.
Halk için
Demokrat Parti iktidara geldiğinde üç önemli karar almıştır ki, bu halkla
bütünleşmenin de başlıca gayesi olmaktaydı.
Birincisi; ezanın Arapça okunması kararı. Bu karar sadece DP’nin değil, aynı
zamanda CHP’lilerin de görüşü olduğu için karar ortak alınmıştır.
İlkokuldan itibaren çocuklara dinî eğitim verilmesi. Öncaki iktidar zamanında
dinî eğitim okullarda verilemiyordu. DP, ilkokul dörtten itibaren dinî eğitimi
seçmeli olarak okutulması için kanun çıkarttı.
Üçüncü bir karar da, Türkçeleştirmek adına 1924 Anayasası bozulmuştur. Eski
metne geri dönüldü.
Hatalar
Zaman içinde bazı hatalı yollara da girilmiştir. Bu hataların belli başlısı
Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasıdır. Türk Milliyetçiler Derneği’nin
gayesi “Bir taraftan gençler arasında yapılan komünistlik propagandasını
önlemek, diğer taraftan da memleketin manevî değerlerini, örf ve âdetlerini
korumak” idi. Bu derneğin kapatılmasına sebep de, Vatan Gazetesi sahibi ve
başyazarı Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da yapılan suikasttir. Yalman suikastte
yaralanmıştı. Suikastçı Hüseyin Üzmez’in fikren Türk Milliyetçiler Derneği’nden
beslendiği iddiasıyla bu dernek kapatıldı.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Demokrat Parti iktidarının Türk Milliyetçiler
Derneği’ni kapatmasını büyük bir hata olarak görür:
“Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasından sonra meydanı boş bulan CHP
durmadan üniversite gençliği arasında birbiri ardısıra çeşitli tahrik yuvaları
kurdu. Bilhassa ‘CHP Gençlik Kolları’, ‘Devrim Ocakları’, ‘Mustafa Kemal
Derneği’ gibi adlarla kurulan bu cemiyetlerin her birinin gayesi, üniversiteli
gençleri İnönü’nün partisine sokmak idi. DP ise CHP’nin giriştiği bu faaliyet
karşısında hareketsiz duruyordu. İşlediği hatanın büyüklüğünü ancak 28 Nisan
1960’ta İstanbul Üniversitesi talebelerinin ayaklandığı gün anlayabildi.” (27
Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, s. 98.)
Seçime gidilecekti
1960 darbesinden bir gün önce de, Menderes, Eskişehir’de yeni seçime
gidileceğini açıklamıştı. Bunu açıklama ihtiyacı duymasının sebebi, ortalıkta
seçim yaptırılmayacağına dair dolaşan şayialardı. Menderes’in yaptığı konuşma:
“Maalesef bir aydan beri çok mühim hâdiseler cereyan etmektedir. Bu hadiselerin
manası, seçim isteği değil, fakat zorlama ile iktidara gelinebilir mi,
yoklamasıdır. Milletin olgunluğuna ve demokrasinin faziletine inanıyoruz.
Gayrimeşru yollarla iktidara gelmek ve gitmek kabul edemeyeceğimiz birşeydir.
Türk milleti demokrasiye ve DP’ye sadıktır. Yolumuz seçim yoludur. Seçimden
başka iktidara gelme yolu olmadığını herkesin bilmesi gerekir.” (Nazlı Ilıcak,
15 yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. 1, 1975, s. 150.)
‘Babanız öldü’
En çarpıcı örneklerden biri, herhâlde DP döneminin Millî Savunma bakanlarından
Kenan Yılmaz’ın oğlu, eski 1977-1980 arası Adalet Partisi’nden Bursa
Milletvekili Özer Kenan Yılmaz’ın anlattıklarıdır:
“Rahmetli Refik Şevket İnce, Millî Savunma Bakanı oldu. Sivilleştirme
harekâtına başlamak üzere rahmetli babamı (Kenan Yılmaz) Millî Savunma
Müsteşarı yaptı. 14 Mayıs’ı Demokrat Parti kazanmamıştır; Halk Partisi
kaybetmiştir. 1954’te ancak Demokrat Parti kazanmıştır. Halk Partisi’ne duyulan
bir tepkidir. Vergilere duyulan bir tepkidir. Karnelere duyulan bir tepkidir.
Sıkıntıdır. Üzüntüdür ve iyi idare edilememektir. Babam 1951 ara seçiminde
Bursa Milletvekili oldu. Seyfi Kurtbek kurmay albaydır. Millî Savunma Bakanı
idi. Enver Paşa’nın masasını getirmiş, makam masası yapmıştır. Genelkurmay
Başkanı’na hitabı ‘Bana Nuri’yi çağırın!…’ türündendir. Menderes’e ve Bayar’a
gidilmiş ve eğer bu adamı almazsanız ‘Vururuz!’ denmiştir. Seyfi Kurtbek
alınmış ve rahmetli babam gelmiştir. Babam 6 Ağustos 1961’de Yassısada’da, 59
yaşında kalp krizinden ölmüştür. Bir cumartesi günüydü. Telefon ettiler:
‘Babanız vefat etti. Cenazesini almazsanız, biz kaldırırız’ dediler. Babamın
cebinden 350 kuruş çıktı. Bir tanıdıktan aldığımız parayla cenazesini kaldırdık.
Cenazesinde 15 kişiden fazla insan olmayacak dediler. 16 kişiydik. Yeğenleri,
çocukları ve gelinleri. Bir tanesi çıksın, dediler. İstanbul’da Kasımpaşa’da
bir camiden kalktı. Ve benim bir ahdim vardı. Yemin ettim, tekrar seni TBMM
kürsüsüne çıkaracağım diye. Ben TBMM kürsüsüne çıktığımda cebimde babamın mezar
toprağı vardı. Bu orduya olan bir kin değil. İsmet Paşa diyor ki: Biz ihtilâlin
ne içindeyiz, ne dışında. İhtilâli yapan sensin! İhtilâl 1954 seçimleri
kaybedildiği vakit kararlaştırılmıştı.”
‘Suçumuz yoktu’
1954 – 57 yıllarında Niğde Milletvekili olan Ahmet Nuri Kadıoğlu, o günleri
şöyle anlatıyor:
“1957’de aday olmadım. Beni emekliliğimi doldurmak için Ziraat Bankası Tetkik
üyeliğine tayin ettiler. İhtilâl olduğunda, milletvekili olmadığımız hâlde bizi
de tutukladılar. Bir tayyare meydanına götürdüler. Yassıada’ya gideceğiz.
Tayyarenin içinde bir başta bir subay, diğer başta da bir subay, silâhları bize
tutulmuş. İstanbul’da askerî meydana indik. Bir ihtilâlci geldi, bize bağırdı:
‘Hepiniz karılarınızı Menderes’e peşkeş çekmişsiniz’ dedi. Hiç sesimi
çıkarmadım. Tuttuklarını tayyareden aşağı atıyorlar. Ben ise kendim atladım.
Baktım iki sıra asker. Aralarından geçeceğiz. Gidenlere tekmeyi vuruyorlar. Tam
minibüse binerken ayağıma tekme geldi. Bizi vapura götürdüler. Yassıada’ya
vardık. Önce yokuştan çıkardılar, sonra kumluktan geçirdiler. Yaşlı insanlar
var, ellerinde bavullarıyla zor yürüyorlar. Yatacağımız yere getirdiler. Ertesi
günü, bizi yemeğe götürmek için tek sıra dizdiklerinde gördüm ki, iskeleyle
yatacağımız yer arasında düz, kısa mesafe varmış. Eziyet olsun diye yokuş
tırmandırmışlar. Bu beni çok kırdı. Üç ay yattık. Hiçbir suçumuz yoktu.” 09
Şubat 2012
Bir kaç gün daha gecikse 10 Kasım'a rastgelecekti
YENİ ŞAFAK Kürşad
BUMİN
Bizim "banliyölerimiz"i gözden geçirmekten
Paris'in "problemli banliyöleri"nde olup biteni ele almaya bir türlü
fırsat bulamadım. Neyse... Paris işi daha çok uzar nasıl olsa, dolayısıyla bu
konuya dalmak için gecikmiş sayılmayız...
Üç yazıya sığdırmaya çalıştığım (Mesajlarıyla beni
cesaretlendiren okurlarıma sesleniyorum: Söz! Bir yazı daha yayımlayacağım!)
"kışla dayağı"ndan sonra bugün de gelelim bir başka
"banliyö" sorununa:
Murat Vural adlı bir "işsiz" vatandaşımız
Sincan'da bazı okullardaki Atatürk büstlerini boya dökerek kirlettiği için
toplam 22 yıl 6 ay (yazıyla: yirmi iki yıl altı ay) hapis cezasına
çarptırılmış.
Haberi okur okumaz "Aman hâkim bey bu nasıl bir cezadır
böyle?" diye mırıldandığımı iyi hatırlıyorum.
22 yıl 6 ay hapis cezası, dile kolay... Sanırsınız ki Murat
Vural 22 kişiyi öldüren bir seri katildir.
Gazete haberinden anlıyoruz ki, Mural Vural bu işi
"büstlere sevgisizliğini ve işşiz kalışını bahane ederek" işlemiş.
Cezanın bu derece yüksek olmasının nedeni, sanığın
"eylemi işlediği yerlerin niteliği ve yakalanmadığını görünce eylemlerine
devam etmesi"ymiş.
Sanık Murat Vural mahkeme önünde pişmanlığını belirtmiş ama
son pişmanlık fayda etmemiş. Kararda "Sanığın eylemlerinin süreklilik
arzettiği, hiçbirinde pişmanlık emaresinin bulunmadığı, bu konda samimi
olmadığı için hakkında takdiri indirim maddesinin uygulanmadığı"
vurgulanmış.
(Cezayı unutmamışsınızdır sanırım: 22 yıl 6 ay hapis.)
Davanın ve kararın ilngiç yönlerinden birisi de, davanın tek
celsede karar bağlanması.
Şimdi: Murat Vural'ın bu eyleminin cezasız kalmasını
isteyen-söyleyen yok tabii ki... Ama (insaf) bu nasıl bir cezadır böyle. 5
Atatürk büstünü yağlı boya ile kirletmenin cezası bu mu olmalıdır?
Sanığın "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında
Kanun" esas alınarak mahkûm edildiğini hatırlatmaya gerek yok herhalde.
Bildiğiniz gibi söz konusu kanun Türk hukuk sistemine 1951 yılında Demokrat
Parti'nin ülkeye bir armağanı olarak girmişti. (Nitekim, "Demokratlar
Kulübü Derneği"nin internet sitesinde kanunun çıkarılış nedeni şöyle açıklanıyor:
"Kanun, Demokrat Parti'nin Atatürk'e duyduğu saygı ve sevgiyi
göstermekteydi. Cumhuriyet Halk Partililerin Atatürkçülük iddialarına, Demokrat
Partiyi Atatürk düşmanlığı ile suçlamalarına bir cevaptı." Yani özetle,
bazı yazarlarca haklı olarak "Sağ Kemalizm" olarak adlandırılan yeni
siyasi iktidar, "Atatürkçülük öyle olmaz böyle olur!" diyerek İsmet
İnönü'nün bile aklına gelmeyen monarşik bir kanununu ülkeye armağan etmişti.)
Bu kanunun (bugüne kadar çok söylendi-yazıldı ama bir kere
daha tekrarında fayda var) bir "cumhuriyet"e yakışmadığı muhakkkak.
Benzer bir kanun sadece "cumhuriyet"e değil, "meşrutiyet"e
de yakışmaz. Yakıştığı tek yer, "mutlak monarşi"dir. Çünkü, iktidarın
anasaya ile sınırlandırıldığı sistemlerde-rejimlerde yasaların "genellik"
ilkesi çiğnenemez ve tek bir kişi için yasa çıkarılamaz. Çok zorlanırsa
çıkarılabilir tabii ki; ama o zaman da sistemi ona uygun bir ad ile adlandırmak
gerekir.
5816 sayılı "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında
Kanun", "Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut
Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan
beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir" diyor. Kanun ayrıca bu suçun
"iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umuma acık
mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı
nispetinde" artırılacağını belirtiyor. Demek ki bu durumda, Murat Vural'ın
aldığı 22 yıl 6 ay hapis cezası boyanan her büst için ayrı ceza kesilmesi
sonucu ortaya çıkmıştır. Kararın bu yönü de çok şaşırtıcı ("isyan
ettirici" dememek için bu sıfatı kullanıyorum) değil mi?
Yani Murat Vural eğer hızını alamayıp (ve yakalanmayıp) bir
düzine büstü boyasaydı, cezası "ağırlaştırılmış müebbet" mi olacaktı.
Unutmayalım: Murat Vural'ı mahkûm eden 4 maddelik yasa,
"Türk Ceza Yasası"nın dışında yer alıyor. Bu yasa Türk hukuk
sisteminde "tek başına", "Türk Ceza Yasası"ndan bağımsız
bir "ceza yasası" olarak yer alıyor. Şu tutarsızlığa bakın...
Yarın 10 Kasım. Yarın düzenlenecek törenlerle Atatürk'ü
anacağız. Bilmiyorum doğrusu, belki cezaevlerinde de benzer törenler
düzenlenecek. Eğer öyle ise Murat Vural da bu törenlere katılacak. Şahit olmak
isterdim doğrusu: Yarın törenleri televizyon ekranından izleyen mahkûmlar Murat
Vural'ın 22 yıl 6 aylık mahkûmiyetini aralarında acaba nasıl tartışacaklar?
Bu arada bir de dileğim var: Bu mahkeme kararı sakın ha
sakın Nicolas Sarkozy'nin kulağına gitmesin. Ne olur ne olmaz, bir de
bakarsınız ki "cumhuriyet"i dilinden düşünmeyen "Sarko"
("başörtüsü yasağı"ndan sonra) bu "Kanun"la da ilgilenmeye
başlamış!
Birkaç gün daha gecikse, Murat Vural'la ilgili karar 10
Kasım'da açıklanacaktı.