8 Nisan 2013 Pazartesi

Prof. Dr. İSA KAYACAN yazdı...

YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ 
Prof. Dr. İSA KAYACAN 
27 Mayıs 1960 sabahı radyodaki ses, her zaman haberleri okuyan spikerden farklıydı. Genç bir Albay olan Aparslan Türkeş, ordunun yönetime el koyduğunu duyuruyordu. 10 yıllım DP iktidarı sona ermiş, emekleme dönemindeki demokrasi rafa kaldırılmıştı.
O gün Türkiye için, kendi başbakanını asacak bir dönem başlıyordu. daha önce kimsenin adını duymadığı Yassıada’da yakın tarihin en büyük siyasi davası başladı. Yassıada davalarıyla ilgili çok şey söylendi, yazılıp-çizildi. Ama belgeler üzerindeki değerlendirmelerden uzak kalındı hep.
Aradan 46 yıl geçti. Duruşmalara ait tutanakların gizliliği kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi’nin elinde bulunan belgeleri teslim alan Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, bunları araştırmacılara açtı. Yassıada belgeleri 3 bin 527 ayrı klasörden oluşuyordu. Belge adedi bini geçiyor. Bu konudaki değerlendirmelerden hareketle, Zaman gazetesinde 4-9 Eylül 2006 tarihlerinde, bu tarihler arasında Erdal Şen imzasıyla bilgi ve belgelerin değerlendirildiği haber-yorum ve bilgiler yer aldı. Bu satırların yazarı olarak bendeniz de, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünden aldığım bilgi ve belgeler doğrultusunda incelemeler ve değerlendirmeler yaptım.
CEMAL GÜRSEL’İN SANSÜRLENEN MEKTUBU
Demokrat Parti iktidarı 1960 yılı başında zorlanmaya başlamıştı. Öğrenci olayları başta olmak üzere değişik olaylar İktidarı zorlarken, DP iktidarına karşı baskılar artıyordu. 3 Mayıs 1960 tarihine gelindiğinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, Adnan Menderes’e takdim edilmek üzere bir mektup yazıp, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e verdi.
Ülkenin içinde bulunduğu durumdan memnun olmadıklarını belirten Cemal Gürsel, önerilerini 15 madde halinde sıralıyordu. 1. maddede Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın istifası isteniyordu. Ve “Cumhurbaşkanlığına sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmeli” deniyordu.
Ethem Menderes mektubu Adnan Menderes’e iletti. Mektup ne basına sızdırılmış, ne de kabine içinde tartışılmıştı. Cemal Gürsel mektubu “muhtıra” olarak kabul etmiş, böyle düşünmüştü.
Kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde darbe geldi. Ülkenin idaresi kısa adı MBK olan, Milli Birlik Komitesine geçti. 24 gün önce, Menderes’e Cumhurbaşkanlığı teklif eden Cemal Gürsel MBK’nın başkanı olmuştu. Gürsel’in ifadesiyle, “milletin çok sevdiği Menderes idamla yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderilmişti. Radyo ve gazetelerde her gün darbenin doğruluğu, haklılığı yönünde haberler yer alıyordu. MBK ihtilali meşru göstermek için, Gürsel’in Ethem Menderes’e gönderdiği mektubu gündeme getirmişti. Mektup 12 Temmuz 1960 tarihli Resim Gazete’de yayınlandı, kamuoyuna duyuruldu. Hem Ethem, hem de Adnan Menderes mektubunu sansürlenerek yayınlandığını farketmişlerdi. Çünkü, Menderes’i öven “ Cumuharbaşkanı olmalıdır” şeklindeki ifadeler Resmi Gazetedeki mektupta yer almıyordu. Başbakan ve Bakanların makamlarındaki her türlü eşya ve evraka el konulduğu için bu mektubun aslı da artık ellerinde değildi. Gerçek ispatlanamayacaktı... (devamı var) ***
YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
 
(2)

Prof. Dr. İSA KAYACAN
* Cemal Gürsel’in, Adnan Menderes’e iletilmek üzere yazdığı, sonra sansürlenerek kamuoyuna açıklanan mektubu:
Yassıada duruşmaları başladığında, Cemal Gürsel’in mektubu hemen gündeme getirildi. İstanbul-Ankara olaylarıyla ilgili davanın oturumu devam ederken Mahkemenin anlı-şanlı Başkanı Salim Başol; “Cemal Gürsel size gereken uyarıyı bir mektupla yapmış. niçin gereğini yerine getirmediniz” diye sorarak, Menderes’i suçlamıştı. Mektup okundu. Menderes’le ilgili kısım ortada yoktu. Gürsel’in Menderes’i yücelttiği mektup, mahkeme salonunda devrik Başbakan’ı suçlayan bir metin haline dönüşmüştü.
İŞTE MEKTUBUN TAM METNİ
Aziz vekilim, dün geceki konuşmalarınızdan cesaret ve ilham alarak zatı alilerine, memleketin huzur ve istikrarı için alınması lazım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimi arz etmeyi milli ve vatani bir vazife bildim.
Sayın başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlar da benim düşüncelerimin kabülüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikar olarak belli ise de gene de görüşlerimin sizlere iblağının zaruretine inanıyorum.
Muhterem vekilim, şu hakikati kabul etmek lazımdır ki, Kayseri hadiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak’alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve hükümete karşı telafisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. Hele ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması için vehametini artırmış, ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, ordu politikaya karıştırılmıştır.
Sayın vekilim,
Bu ahval küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerdir değildir. Memleket, hükümet ve partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükunetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lazımdır. bu tedbirler şunlar olmalıdır.
1. Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir.
2. Kabinede iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılması ve yeni kabine mutlak dürüst, makul zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır.
3. İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet müdürleri süratle değiştirilmelidir.
4. Son çıkarılan ve tahkikat komisyonları ihdas eden kanun kaldırılmalıdır.
5. Ankara Örfi İdare kumandanı değiştirilmelidir.
6. Partilerin ocak, bucak teşkilatı kaldırılmalı, sadece vilayet merkezlerinde ve mahdut partilerle yapılmalıdır.
7. Parti faaliyetleri azami senede iki defa vilayet merkezlerinde ve mahdut partiliklerle yapılmalıdır.
8. Mevkuf gazeteciler bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir.
9. Son hadiseden tevkif edilen talebeler tecriden serbest bırakılmalıdır, ilim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir.
10. Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tecriden kaldırılmalıdır.
11. Vatandaş hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir.
12. Ordunun mes’eleleri süratle hal edilmelidir.
13. Din istismarcılığından vazgeçilmelidir.
14. Suistimaller oluyor mu, bilmiyorum, fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin hükümete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle ber bertaraf edilmesi lazımdır.
15. Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükümet büyükleri memleket gezilerinde suni büyük vatandaş toplulukları ile karşılaşmalar yapmak usulü kaldırılmalıdır.
Çok muhterem vekilim;
Bu yazdıklarım asla bir parti ve politika mülahaza ve tesiriyle değildir.
Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasını zaruri kıldığına inandığım için arz ediyorum. Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Memleketten çok şeyler yaptığımız muhakkaktır, fakat bu da asla kafi değildir. Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. Asil mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmıştır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları masumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilil yuvalarının içine kadar girerek talebeleri profesörleri beraber coplarla ve kurşunlarla tedip edilmesi feci bir şeydir.
O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim, gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemalinden memnun olmamız lazım gelmez mi? İstikbali hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz?
Sayın vekilim, maruzatım muhakkak ki, çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, millet için, hükümet ve hatta partimizin selameti için dikkate alınması lazımdır ve hatta çok lazımdır.
Derin ve sonsuz hörmetlerimi sunarım.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal GÜRSEL
( K-Bkz : Erdal Şen, Zaman G. 04.09.2006) (Devamı var) ***
YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
 
(3)

Prof. Dr. İSA KAYACAN
* Tarihi Yassıada Mahkemelerinin Başkanı Salim Başol:
“Susmazsanız sustururum”.
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan Yassıada Mahkemeleri, tarihin acı gerçekleriyle doluydu. Adnan Menderes ve Demokrat Parti mensupları Yassıada’da 14 ayrı davadan yargılandı. Üç idam, 12 müebbet ve yüzlerce ağır hapis cezası çıktı. 11 ay süren duruşmalarda şaşırtıcı suçlamalar yapıldı. bunlara ilişkin deliler de mahkeme dosyalarına girdi.
MAHKEME BAŞKANI HEP AZARLADI
O Yassıada duruşmalarında, mahkeme Başkanı olan Salim Başol, hep azarlayıcı tutumuyla dikkat çekti. Sanki peşin hükümlüydü. bir yerlerden talimat almıştı sanki. Örneğin, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” cümlesiyle tarihe geçen bir başkan oluyordu Salim Başol. Hemen hemen her duruşmada, her sanığa karşı aşağılayıcı sözler sarf ediyor bu davranışını ısrarla sürdürüyordu.
Tutanaklara bakıyoruz. Buradan anlıyoruz ki, Salim Başol’un bu tavrına zaman zaman tepkilerde gösterilmiş. Bunlardan biri Tevfik İleri olarak görülüyor. Tevfik İleri; “Burada kolaylıkla başımıza oynanıyor. Oynansın, helal olsun, peşinde değiliz. Fakat, şeref ve namusumuzla oynanmasın. Tahkikat komisyonunun sorgusuna çağrıldığı için, ailelerin nasıl telaş ettiğinden bahsedildi. Ya 13 buçuk aydan beri, bizim kan kusan çocuklarımız” diye isyan ediyordu.
Bu arada, dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan’da kendisine bir türlü söz vermeyen Mahkeme Başkanı’na; “İdam istenilen bir davada kendimi müdafaa etmeyem mi” diye soruyordu.
MAHKEME BAŞKANI SALİM BAŞOL’UN KULLANDIĞI İFADELERDEN
Yassıada duruşmaları sırasında, Mahkeme Başkanı Salim Başol’un kullandığı ifadelerden bazıları örnek olması bakımından şöyle sıralanmakta efendim:
-Yapmazsan yapma. Gelmiş buraya tomarlarca müdafaa yapıyor (Bakan Hadi Hüsman’a)
- Yapamazsan ne yapalım? Yapan yapar. (Fatin Rüştü Zorlu’ya)
- Daima böyle lüzumsuz şeyler söylersiniz zaten. (Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’a)
- Bu söylediğiniz sözler yetersiz. Sizin tahsiliniz ne? (Milletvekili Kadir Kocaeli’ne)
- Manasını anlamadığım cümleleri sarf etmenden belli. (Milletvekili Kadir Kocaeli’ne)
- Sizi susturmak için başka ne yapmalı? (Adnan Menderes’in avukatı Talat Asal’a)
- Siz doğru söylemiyorsunuz. (Şahitlere)
- Kafi. Susmazsanız sustururum. (Bakan Zeki Eratman’a)
- Oturun yerinize.( Bakan Zeki Eratman’a)
- Eğer ben kesin deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim. (Adnan Menderes’e)
- Bunları bırakın, zorlamayın kendinizi. (Adnan Menderes’e)
- Öyle değil, öyle değil, öyle değil. Otur yerine! (Milletvekili Hüseyin Fırat’a)
- Sen yalancı şahide benziyorsun. Anlat bakalım neymiş? (Bir şahide)
- Öyle şey olmaz, kısa kes , az konuş! (Bakan Hasan Polatkan’a)
- Yapma, okundu, anlamadınız mı? (Adnan Menderes’e)
- Lüzumsuz laflar bunlar,, buyurun hadi. (Milletvekili Rüknettin Nasuhioğlu müdafiine)
- Bizim burada boş laf dinleyecek vaktimiz yok başka. (Adnan Menderes’e)
- Kendi çiftliğinizin ve kendi maaşınızın peşinden koşmayı bilirsiniz. (Adnan Menderes’e)
- Sizi on beş dakikadan fazla dinleyemeyiz. (Bakan Hasan Polatkan’a)
- Ben ömrümde yalan söylemedim demek müdafaa değildir. Bunlar asılsız sözlerdir. (Bakan Hamdi Ongun’a)
( K-Bkz Erdal Şen, Zaman G. 07.09.2006) (Devamı var) ***
YÖNLENDİRMELERİN GÖLGESİNDEKİ,
YASSIADA MAKKEMELERİ
 (4)

Prof. Dr. İSA KAYACAN
* Onlar nerde, bilmiyorum ! Yassıada kararlarıyla, idam edilenlerse,
milletin gönlünde.
Aradan bunca yıl geçti. Yassıada mahkemeleri, işleyiş biçimiyle, sonuçlarıyla, tarihteki yerini aldı. suçsuz yere bu millete, bu devlete hizmet etmiş pırıl pırıl insanlar asıldı. O gün için, Milli Birlik Komitesi üyeleri güç kullanarak, yanlışlarıyla, doğruları saptırarak milletin yanında gibi görünebildiler... Ama yıllar sonra ne oldu? Şimdi onlar nerede, neredeler? Kimse bilmiyor. Ama, Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi memleket evlatları, milletin gönlündeki yerlerinde yaşıyorlar.
Hele 49 yıl sonra, Yassıada Mahkemelerinin belgeleri kamuoyuna açıklanınca, Cemal Gürsel’in Menderes”e yazdığı mektuptaki övücü, methedici maddelerin çıkarılıp, sadece uyarı bölümlerini kamuoyuna açıklayınca, başları göğe değdi o günkü Milli Birlik Komitesi üyelerinin sanki... Öyle zannettiler... Ama öyle değildi, öyle değilmiş.
Zaman gazetesinin 4,5,6,7 ve 9 Eylül tarihli sayılarında Politika Muhabiri Erdal Şen imzasıyla kamuoyuna açıklanan, Yassıada tutanaklarıyla ilgili yorumlardan sonra şu soru ortaya konuldu: “Onlar şimdi nerede, nerelerde bilmiyoruz. Yassıada kararlarıyla idam edilenlerse, milletin gönlünde” cevabı verildi. Bu yayından sonra, saptırmalar oldu. Bunlardan bazı bölümler, aktarmalar alalım buyrun:
- Mektubun ortaya çıkması en büyük arzumdu. Mektubun 27 Mayıs’tan sonra değiştirildiği birinci derece tanıkların beyanlarıyla biliniyordu. (Aydın Menderes)
- Yassıada belgeleri, Türkiye’nin telekulakla 56 yıl önce tanıştığını ortaya çıkardı. DP iktidara gelince Menderes’i dinlemek için PTT bünyesinde özel birim oluşturulmuş.
- Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an-ı Kerim basmak için Almanya’ya matbaa sipariş etti. Prova baskıları beğenildi. Bu girişim, darbeden sonra Menderes aleyhine kullanıldı. Kur’an sayfaları dava dosyasına girdi.
- Yassıada siyasilere karşı acımasızca davranan, ağır sözler sarf ederek, “Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” sözleriyle, tarihin kara sayfalarındaki yerini aldı.
- Yassıada mahkemeleri, hem kuruluşu, hem yargılama biçimi, hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılama biçimi, hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılama ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiği görülmektedir. (Sami Selçuk),
- Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez (Ümit Kardaş),
- Soru sormamı müsaade etmedi Başol. “Soracağım, sormayacaksın” tartışmasından sonra beni dışarı attı mahkeme başkanı. Ertesi gün beni “ askerlik yapmadı” diye askere aldılar. Halbuki ben askerliğimi 31. Piyade Alayı’nda yedek subay olarak yapmıştım (Talat Asal),
- 27 Mayıs’ı silahlı kuvvetler değil, silahlı subaylar yaptı. Beş bin subayı emekliye sevk ettiler. Bir iç hesaplaşma gerçekleştirdiler aslında (Hüsamettin Cindoruk)
- Mektuptan üç satırın çıkartılmış olduğunu ve bunların çok önemli cümleler olduğunu gördük. Gerçekten tarihi öğrenmeden gidiyoruz demek ki! (Çetin Altan)
- Bu baskı sadece mahkemelere has bir durum da değildi. Darbeden çok sonraları bile bu olumsuz hava herkes tesir etti. (Sadettin Bilgiç).
Evet, tekrar soruyoruz: Darbeyi yapanlar, idam kararlarını verip, uygulayanlar şimdi nerelerdesiniz? Ama aşağıladığınız, idam edilmesinden memnun olduğunuz vatan evlatları, şimdi Türk milletinin kalbinde yaşıyorlar. Yaşamaya devam edecekler...
KAYNAKLAR: 
1- Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü-Arşivleri-Ankara.
2- Erdal Şen ( Zaman Gazetesi, 4,5,6,7,9 Eylül 2006-Ankara) (BİTTİ)

2 Nisan 2013 Salı

Yassıada Cinayetleri, Taha Akyol

Yassıada Cinayetleri
Taha Akyol
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ı telefonla kutladım, kamuoyu önünde de açıkça kutluyorum; “Yassıada Demokrasi Müzesi”  projesi için...
Daha önce bu köşede birkaç defa yazdığımız dileğimi, Günay’a da ilettim:
Adnan Menderes’in sekiz ciltlik konuşmalarını, üzerinde akademik bir çalışma yaparak yeniden yayımlamak...
Bu konuşmalar yirmi yıl önce Demokratlar Kulübü tarafından yayımlandı. O günün tekniğiyle yapılmış bir baskı... İndeksi yok, açıklayıcı notları yok... Üstelik çoktan tükendi.
‘Akademik edisyon’ niteliğinde yeni baskısının yaptırılması fikrini Sayın Günay çok olumlu buldu, fakat haklı bir tereddüdü var:
- Nihayet siyasi bir liderin konuşmalarını bizim yayımlamamız doğru olur mu, bakmam lazım. Ama belge yayını, akademik araştırma, müzenin çeşitli materyallerle zenginleştirilmesi gibi çalışmaları muhakkak yapacağız.
Meclis yayımlasın
Bu durumda, aynı dileğimi TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’e iletiyorum. Nitekim İsmet İnönü’nün konuşmalarını TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu 1993 yılında üç büyük cilt halinde yayımladı; muhalefet lideri olarak yaptığı konuşmalar dâhil... Çok da iyi oldu.
Üstelik, Menderes artık bir parti lideri değildir; milli iradenin üstünlüğünün simgesidir...
Darbelere karşı olmanın simgesidir...
Yassıada’daki idamların, daha doğrusu “siyaseten katl”  cinayetinin bu sene 60. yıl dönümüdür. Menderes’in bütün konuşmalarını yayımlamak ‘zamanın ruhu’na da TBMM’nin işlevine de yakışır.
İnönü’nün TBMM tarafından 1993’te yayımlanan konuşmalarının önsözünü Hüsamettin Cindoruk yazmıştı, iyi de etmişti...
“Menderes’in Bütün Konuşmaları”nı da TBMM yayımlamalı, önsözünü Cemil Çiçek yazmalıdır.
Metinleri yayına hazırlamak için gereken akademik çalışmayı Adnan Menderes Üniversitesi’ndeki akademisyenler yapabilir; çok da anlamlı olur.
Hukukun düşkünlüğü
Bu meseleyi böylesine önemseyişimin tek sebebi, siyasi görüşlerim değildir. Daha önemlisi, “Yassıada yargılamaları”nın korkunç bir hukuk cinayeti olmasıdır.
‘Devrim’ adına hukukun en temel kuralları olan “tabii hâkim”  ve “geçmişe yürüyen ceza kanunu çıkarılamaz”  ilkeleri çiğnenmiştir! Avukatlar tutuklanmış, savunmalar kısıtlanmış, belgeler tahrif edilmiştir!
Demokrasi dönemimizde yargının yaptığı hiçbir hukuk ihlali, bu boyutlarda olmamıştır.
Fransa’da Binbaşı Dreyfüs’ün siyasi husumetle mahkûm edilmesine yazar Emile Zola isyan bayrağını açmış, çığ gibi büyüyen adalet mücadelesi sonunda Dreyfüs beraat ettirilmişti.
Bu, Fransa’da ‘devrimin hizmetindeki yargı’ geleneğinden, hukukun üstünlüğüne geçişin en büyük virajı olmuştu...
Celal Bayar’ın Kayseri Günlüğü ’nde yazdığı gibi, Yassıada’da yüzlerce Dreyfüs faciası icra edildiği halde bizde bir tane Zola çıkmamıştı! Aksine bu hukuk cinayetlerinin altında “hukuk profesörleri” nin ve “Yargıtay yargıçları” nın imzaları vardı! Aydınlar da alkışlamışlardı!
Şimdi idamların 60. yıl dönümünde, Türkiye’de Zola’ların artık mevcut bulunduğunu göstermenin zamanı çoktan gelmiştir.
Menderes’in konuşmaları yayımlanmalı... Yassıada Müzesi açılmalı... Altmış yıldır üç maymunu oynayan Hukuk Fakülteleri Yassıada yargılamalarını akademik araştırma konusu yapmalıdır...
Düzeltme notu:  TBMM elbette 23 Nisan 1920’de açıldı, dünkü yazımdaki “1923”  kaydı, düzeltmeyi gerektirmeyecek kadar açık bir ‘sehiv’dir.
Demokrat Parti iktidarı
Bazı dönemler vardır ki asla unutulmamalıdır. Kanaatimce, bu dönemlerin birincisi İstiklâl Savaşı’nın hangi şartlar altında ve nasıl zorlu bir mücadele sonunda kazanıldığı; ikincisi ise, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişidir. Demokrat Parti’nin iktidara gelişi basit bir olay değildir. Gerçek manada halkın iktidarı ele alışıdır. Statükonun parçalanmasıdır. Kalkınmanın ateşlenmesidir. Demokrat Parti iktidarına yalnız bu zaviyelerden bakmamak gerekmektedir. Türkiye’de, Türkiye’yi kendilerinden ibaret sayan kesimlerin, halk iktidarı karşısında hazımsızlıkları ve bu hazımsızlıkları sonunda iktidarın gaspının Türk halkında açtığı yarayı da iyi bilmek gerekmektedir. 14 Mayıs 1950… Halk iktidarının başlangıç tarihi… Aradan 50 yıl geçti. Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı döneminde üç seçim yaşandı, dördüncü seçime gidilemeden 27 Mayıs 1960’ta darbe oldu. Ankara’da bir Demokratlar Kulübü vardır. Eski Demokrat Partililer bu kulüpte toplanmışlardır. Demokrat Parti’nin 75 milletvekili hâlen hayattadır. Bu milletvekillerinden bazılarıyla kulüpte görüştüm. Demokrat Parti’nin kuruluşu ve iktidar dönemiyle ilgili özel bilgiler aldım; hiç yayınlanmamış fotoğraflar temin ettim. Burada çalışmamı kolaylaştıran eski DP milletvekillerine, Demokratlar Kulübü Başkanı Hüseyin Agun, şahsıma güven duyarak özel fotoğrafları bana verme lütfunda bulunan Özer Kenan Yılmaz, Sami Soylu, Halis Tokdemir ve Osman Alihocagil beyefendilere; ayrıca, incelediğim dönemle ilgili çalışmalarını ve kaynakları gönderen siyaset ilminin genç temsilcilerinden Dr. Esat Öz; çalışmamda kolaylık sağlayan gazetemizin Ankara bürosundan İstihbarat Şefi Akif Bülbül ve foto muhabiri Ahmet Büyük arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum.
Dr. Arslan Tekin
Demokrasinin milâdı Türkiye’de demokrasinin milâdı, 14 Mayıs 1950 tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihte tek partinin iktidarına son verilmiştir. Beş yıllık muhalefet partisi Demokrat Parti iktidarı ele almıştır. 21 Temmuz 1946 yılında milletvekili seçimleri yapılmış ve Demokrat Parti de 62 milletvekili ile Meclis’e girmiştir. Artık Meclis’te iktidar partisi üzerinde kontrol kuracak, çalışmaları takip edecek bir parti mevcuttur. “Ben yaptım, oldu” denemeyecektir. CHP iktidarı sık sık tenkit edilecektir. Buna CHP’lilerin alışması gerekmektedir ama mesele böyle tezahür etmiyor.
“Aristidis Kompleksi” Şevket Süreyya Aydemir, “Menderes’in Dramı”nda, CHP’nin seçimleri kaybedişi üzerine yorum yaparken “Aristidis Kompleksi” başlığı ile şu hadiseyi anlatır: “Aristidis kompleksi nedir? Aristidis, zamanımızdan 2 bin 500 yıl kadar önce Atina’da itibarlı bir hâkimdi. Her seçimde o seçiliyordu. Aleyhinde kimse bir şey söylemiyordu. Çünkü kusursuz bir insandı. Bu yıllar boyu böyle devam ediyordu. Gene bir seçim günü ve Aristidis seçim alanına girerken, bir köylü, elinde bir midye kabuğuyla Aristidis’e yaklaştı. Bunun içine usule göre, seçilecek birinin adını yazmasını rica etti. Aristidis’i tanımıyordu. Aristidis sordu: – Kimin adını yazayım?
- Aristidis’i yazma da kimi yazarsan yaz! – Niçin? Aristidis’in büyük suçları mı var? – Hayır ama artık bıktık! Hep Aristidis! Artık bu değişmeli!.. Evet, Halk Partisi iktidarı da artık yorgundu. Halkın çoğunluğunda iktidara karşı bir bıkkınlık, memleketin havasında, artık bir rüzgâr gibi esiyordu…” * Sadece bıkkınlık değildi. Hep CHP’nin adının yazılması, insanları bizar etmesi yanında, halk yoksuldu. Ekmeği yoktu, işi yoktu… Giyimi yoktu… Cenazeyi kaldıracak imam bulmak artık bir meseleydi. Çünkü dinî okullar olmadığı için, dinî vazifeleri yerine getirecek insan yetişmiyordu.
Önceki partiler Cumhuriyet ilân edildikten sonra, bir parti etrafında toplanılması fikri doğdu. Mustafa Kemal, 1923’te Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdu. Ardından Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar gibi Mustafa Kemal’in eski silâh arkadaşları Ekim 1924’te “Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırka”yı kurarak sert bir muhalefete giriştiler. Ancak, Mustafa Kemal’in direktifi ile o zaman Başvekil olan İsmet İnönü bir kararname çıkararak, “halkın dinî duygularını istismar ettiği” iddiasıyla yeni partiyi kapattırdı. Yeni partinin ömrü birkaç ay sürmüştü. 1930’da ikinci bir parti kurma teşebbüsü daha olmuştur. “Serbest Fırka” adıyla faaliyete geçen partinin kuruluşu hakkında Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil şunları yazmıştır:
“Mustafa Kemal’in kanaatına göre, Türkiye’nin kalkınmasına ve modernleşmesine yalnız tek parti sistemi imkân verecekti. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi (Mustafa Kemal, fikir ayrılıklarını ve faydasız çekişmeleri ortadan kaldırmak için, bütün bir milleti yeni bir partinin kadrosunda birleştirmek istedi), her şekilde meşru bir muhalefetin yok edilmesi işte bu düşünceden çıkıyordu. Bununla beraber halk kitlelerinin göstereceği reaksiyonu kesinlikle bilmek isteyen Devlet Reisi, 1930’da ince bir manevra yapmağa karar verdi: Silâh arkadaşı ve sırdaşı Fethi Okyar’ın tavassutu ve teminatı ile ‘Serbest Fırka’ adında bir muhalefet partisi kurulacak idi.” (27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Çev. M. Ali Sevük-İ. Hakkı Akın, 1966, s. 34.) “Sözde muhalefet partisi” halktan büyük destek gördü. İstanbul, İzmir, Samsun gibi şehirlerde büyük mitingler tertip edildi. Yeni parti çığ gibi büyüyünce, kapatılma yoluna gidildi.
Kökten DP’liyiz 1916 doğumlu Hidayet Sinanoğlu, 1954-1960 arası İçel Milletvekili olarak görev yaptı. 2.5 yıl Yassıada ve Kayseri’de hapis yatan Sinanoğlu, DP için şunları söylemişti:
“Biz kökten Demokrat Partiliyiz. 1946’da Anamur’da DP’yi kurduk. İlçe ve il başkanlığı yaptık. Biz DP olarak iktidara geldiğimizde vatandaş 6 liralık yol parasını, 70 kuruşluk agnam vergisini ödeyemezdi. 1954’de milletvekili seçildikten sonra Erdemli’nin Torosların tepesindeki Çandar köyüne gittik. Kadınlar bir tarafa erkekler bir tarafa toplanmışlar bizi karşılıyorlar. Belki 10, belki 20 koyun kesecekler. Biz dedik: Ne lüzumu var… İçlerinden bir ihtiyar çıktı: – Ne diyorsun bey!… Halk Partisi zamanında agnam vergisi korkusundan bu dağların başına nöbetçi koyardık. Bizi onlardan kurtardınız.
DP Mersin’e büyük hizmetler yaptı. Mersin limanı, rafineri, Anamur sulaması, Mersin silosu, Mersin-Antalya, Silifke-Mut-Karaman yolu bizim eserlerimizdir.”
Demokrat Halk Partisi Genel Başkanı Özgen: 14 Mayıs’a herkes
sahip çıkmalıdır Demokrat Halk Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mahmut İhsan Özgen, 14 Mayıs’ın Türkiye’nin demokrasi hayatında çok önemli bir dönüm noktası olduğunu belirterek, “Türk demokrasisi yönünden, büyük bir demokratik mesafenin alındığı, özellikle halkın oyuna ve insana değer verildiği bir gündür” dedi. Özgen, yaptığı yazılı açıklamada şu görüşlere yer verdi:
“14 Mayıs’ı, her türlü istismardan uzak şekilde, Türkiye’de milli iradenin ilk olarak kurulduğu, çok partili demokratik hayatın başladığı gün anlamında tüm siyasetçilerin kabul etmesi, Türkiye’de sadece halkoyuna ve aziz milletine gönülden güvenen gerçek aydınların varolduğunu gösterecektir. Bunu sadece bir partinin iktidara geçiş günü veya iktidarın el değiştirdiği bir gün olarak ifade eder ve bu şekilde algılanmaya devam ettirilirse; CHP’nin iktidardan düşürülüp, DP’nin iktidara gelişi şeklinde düşünülürse, bu dar görüş, günümüz Türkiye’sinde yine en büyük kısır çekişmelerin ve demokratik eksikliklerin devam ettiği günler içinde kaldığımızı gösterir. Bu açıdan dar düşünceli olmaktan kurtularak, her türlü istismardan uzak bir anlayışla geniş düşünmeye ve gerçek demokrasiye sahip çıkmalıyız.”
Yeni bir devir Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra, İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı seçildi. Demokrat Parti’nin 14 Mayıs’taki müthiş zaferini Demokrat Parti’nin mükemmelliğinde arayamayacağımız gibi, 27 Mayıs ihtilâline giden yolu da yine Demokrat Parti’nin hatalarında arayamayız. O dönemde, siyasî misyonu yüklenenlerin psikolojik yapısında ve sosyal bünyede aramak gerekir. Siyasî misyonun en başında gelen isimlerden biri İsmet İnönü’dür. Mizacını tanırsak sonraki siyasî gelişmelerin seyrini tayin etmek daha kolay olacaktır. Ünlü fikir adamı Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, İsmet İnönü’nün psikolojisini ve siyasî anlayışını değerlendiriyor: “Çekildiği köşesinden devletin başına geçer geçmez İnönü’nün ilk hareketi, Bayar’ı ve Atatürk’ün yakın mesai arkadaşlarını bir kenara itmek oldu. Ünlü selefi gibi, parti ve devlet başkanlıklarını şahsında toplayan İnönü, çağdaşları Mussolini ve Hitler’in kurdukları diktatörlükler modelinde bir diktatörlük yolunu tuttu. Esasen, ötedenberi mevcut tek parti sistemi böyle bir teşebbüse müsaitti. Köylerde jandarmanın dipçiğine, şehirlerde ise polisin copuna dayanan bir terör rejimi kurulmuştu. Sinsi ve kinci tabiatlı, dar görüşlü olan İnönü’de, Atatürk’teki ihata kabiliyeti ve fevkalâde zekâ seyyaliyeti yoktu. CHP’nin altı prensibinden yalnız üçüne itibar etti. Devletçilik, Laiklik ve Milliyetçilik. (…) Ona göre, kuvvete başvurarak memleketi büyük bir kışla haline getirmek pahasına da olsa, hükûmetin otoritesini son haddine kadar artırmak lazımdı. (…) Laiklik prensibinin anlaşılışı ve tatbikatı kadar hiçbir şey, umumî efkârı İnönü’den ve onun her şeye hâkim partisinden uzaklaştırıp tiksindirmemiştir. Batı memleketlerinde laiklik, devlet ve kilisenin birbirinden ayrılmasını ifade eder; yani, biri dünya işlerini diğeri de ahiret işlerini düzenler. İnönü laikliği bu manada anlamamıştır. Komünistler gibi dine karşı yürümüş, din duygusunu ve Allah aşkını insan kalbinden söküp atmak için mücadele eden bir nevi materyalizm şeklinde görmüştür.” (27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, s. 35-36.) İnönü’yü ve icraatını tenkit kimsenin haddi değildi. İkinci Dünya Savaşının bitiminde CHP’den hoşnutsuzluk artık alenen yazılıp söylenmeye başlandı. CHP içinde halkın sesine kulak verenler çıktı. Celal Bayar, 1943 seçimlerinden sonra milletvekilliğinden istifa ederek köşesine çekildi. 1945’te de CHP’den ayrıldı. Ardından Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’la birlikte CHP yönetimine bir takrir verdiler. Bu takrir üzerine Menderes, Köprülü ve Koraltan CHP’den atıldılar. 1945 senesinin sonlarında Demokrat Parti’nin çatısı kurulmuştu. Partinin program ve nizamnamesi 7 Ocak 1946’da ilân edildi.
Mühim bir inkılâp Başbakan Adnan Menderes, birinci Menderes hükûmetini kurdu. 29 Mayıs 1950’de yani seçimden 15 gün sonra Meclis’te hükûmet programını okumak üzere kürsüye çıktı: “Büyük Millet Meclisinin muhterem azaları! Dokuzuncu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millî tarihimizde alacağı yer, her bakımdan çok büyük olacaktır. Tarihimizde ilk defadır ki, yüksek heyetiniz, millî iradenin tam ve serbest tecellîsi neticesinde, millet mukadderatına hâkim olmak mevkiine gelmiş bulunuyorsunuz. Dokuzuncu Millet Meclisinin azaları olan sizleri, Türk milletinin hakikî mümessillerini selâmlamakla derin bir gurur ve iftihar duymaktayız…(…) Şüphe yok ki 14 Mayıs, bir devire son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak, daima anılacaktır. (…) 14 Mayıs seçimleriyle memlekette şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en mühim merhalesi aşılmıştır. (…) Biz aynı partinin, birbirini takip eden hükûmetlerinden değiliz. Millet iradesiyle iktidara gelen bir partiyiz. Millî ve siyasî mürakabeden mahrum bir idarenin çok uzun yıllar sürüp gitmesi, birçok hataların irtikabına, birçok israflara ve ifratlara yol açmıştır.”
Yeni bir dünya kuruldu Menderes, hükûmet oluşlarından sonraki ilk nutkunu, muhakkak, tartarak ve siyasî hesaplarını yaparak vermiştir. Bu nutukta sehven söylenmiş hiçbir söz olamazdı ve olsa bile mazeret kabul edilemezdi. Menderes, kendisinin de bir zamanlar mensup olduğu CHP dönemini hemen tamamen kapatıyor ve yeni bir anlayışla yeni bir dünyaya açıldığını ilân ediyordu. Böyle bir nutuk, oyla gelen insanların kolayca söyleyeceği nutuk değildi. Menderes öyle ezici bir çoklukla iktidarı ele aldı ki, bu desteğin ilelebed devam edeceği fikrine vardı. Halkın geçmiş iktidara karşı duyduğu nefret, bunun yanında DP’nin farkını ortaya koyacağı icraat iktidarda kalmaya yetecekti. Bu nutuk, üzerine herkes kendi meşrebine göre yorumlar yapmıştır.
AĞA Menderes 1909 yılında doğan Ali Ulvi Arıkan, 1954-1957 yılları arası Niğde Milletvekili oldu. Orduda astsubaylıktan üsteğmenliğe yükseldikten sonra ayrılmış ve ithalat-ihracat işleriyle uğraşmış. Niğde’de DP’nin kurulmasını sağlamış ve sonra il başkanlığı yapmış. 1960’ta milletvekili olmadığı için Yassıada’ya gitmedi. Arıkan, o dönemi şöyle anlatıyor: “Emekli bir binbaşı vardı. Ben Nevşehir’de Demokrat Parti’yi kurdum, sen de burada Demokrat Parti’yi kur, dedi. Bu dönemlerde partiyi ağzınıza alsanız mahallî zabıta, vali başta ağır baskılar yapıyor. İşimin bozulmaması için bir başka arkadaşa kurdurduk. Sonra ben de katıldım. Menderes’le bir hatıram şu: Muzaffer Kurbanoğlu grup başkanıydı. O zaman grup başkan vekili denmezdi. Kurbanoğlu: ‘Ulvi, akşam Ağa ile beraberdik. Menderes rahmetliye Ağa derlerdi. Geniş toprakları var ya… Büyük illerden ikişer, küçük illerden de birer kişi gelecek, Ağa’nın evinde, seçim meselesini konuşacağız’ dedi. Ertesi günü dedikleri saatte Çankaya’daki Adnan beyin evine gittim. Samet Ağaoğlu da oradaydı. Salona geçtik. Sol odadan Adnan beyin sesi geliyordu. Kapıyı araladım. Karşısında Bursa milletvekili Agâh Erozan var. Samsun milletvekili Muhyittin Kefeli ve daha birkaç arkadaş. Adnan Beyin vatanperverliğine misal olduğu için bu hatıramı söylüyorum. Agâh bey, Adnan beye diyor ki: ‘Efendim, muhalefet, plânsız, projesiz siyasî yatırım yapıyorlar. Bu kadar şeker fabrikası, bu kadar çimento fabrikasını nereye verecekler, toprağa mı gömecekler, diyorlar. Bir plânlama kurarsak, bu menfiliği kırarız. Benim bunları dile getirmem, seçime gidiyoruz, seçimi kaybederiz, diye söylüyorum.’ Başvekil: ‘Bak Agâh Bey, eğer ben yüzde 84’lerin – yüzde 84 insanımız köyde yaşardı – kalkınması pahasına ben seçimi kaybedeceksem, öper başıma koyarım.’ dedi. ‘Ama üzülmeyin… Belki fire veririz ama tek başımıza iktidar olacağız.’ diye devam etti. Efendim, ikinci hatıram Refik Koraltan’la ilgili… DP iktidar oldu 1950’de… Koraltan’ı Mithatpaşa Caddesindeki evinde ziyarete gittik. Konyalılar da gelmişlerdi. Onlar Koraltan’a sordular: ‘Efendim, sebeb-i ziyaretim, istirhamımız, ezanı Arapça yapalım.’ O zaman Türkçe okunuyordu. Koraltan düşündü, düşündü cevap verdi: “Haklısınız ama buna ben re’sen karar veremem. Biraz zaman geçsin, inşallah o da olacak’ dedi. Bunda yine Konyalılar öncü oldu. Biliyorsunuz. Dinî konularda Konyalılar öncüdür!”
Bir devrin sona erdiği gün Başbakan Adnan Menderes, 14 Mayıs 1950 seçiminden sonra yaptığı ilk konuşmada, “Şüphe yok ki 14 Mayıs, bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihî bir gün olarak, daima anılacaktır. 14 Mayıs seçimleriyle memlekette şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en mühim merhalesi aşılmıştır” demişti.
Halkın iktidarına karşıydılar emalist ideologların başında gelen Şevket Süreya Aydemir, Menderes’in sözlerini şöyle tenkit etmiştir:
“Yeni iktidarın ilk günü, iyi başladı denilemez. Hem Atatürk’ün, hem gelmiş geçmiş inkılâpların, yalnız hatırlanmayışı değil de, bir nevi inkâr edilişi, iyi bir başlangıç sayılamazdı. Çünkü bu suretle, arkada kalanlarla bütün bağlar kopuyordu. Bütün köprüler yıkılıyordu. Sanıyorum ki, bu bağların kopuşu, bu köprülerin böylesine yıkılışı, Demokrat Parti iktidarını ve Menderes’i memlekette ve parlamentoda, yıllar yılı olgunlaşıp gelen tarihî gelişmenin biraz dışına atmıştır. Ve onlara yeni bir devrin, yeni bir nizamın, ancak şimdi, yani kendileriyle başladığı gibi yanlış bir benlik şuuru vermiştir. Başvekilliğe kadar normal yollarla gelen Menderes’in bu ilk ve aşırı çıkışı, öyle sanıyorum ki, 1950-1960 arasındaki çatışmaların ve sonuçların meydan alışında önemli bir sebep bir faktör olsa gerektir…” (Menderes’in Dramı, s. 208. )
Neden DP? Demokrat Parti, Aydemir’in, “keşke demeseydi, keşke yapmasaydı” mealindeki yorumlarına muvafık hareket etseydi, Adnan Menderes, kesin bir farklılık ortaya koymasaydı, varlık sebepleri olmayacak, dolayısıyla CHP’nin bir fraksiyonu görüntüsü verecekti ki, bu da halkı tatmin etmez, yeni arayışlara iterdi. Eski DP Milletvekili Halis Tokdemir bana şunu demişti: “Daha önce de parti kurulmuştu. Meselâ halkın içinde ‘kuzu partisi’ diye anılan Nuri Demirağ’ın Millî Kalkınma Partisi’ne halk itibar etmedi. Halk Atatürk’ü seviyordu. Hem de çok. Atatürk’ün arkadaşı, son başvekili Celal Bayar kalkıyor bir parti kuruyor. İlk zamanlar halk Menderes’i bilmiyordu. Hususiyetlerini tanımıyordu. Celal Bayar öndeydi. Atatürk’ün arkadaşının öncülüğü partiyi halkın nezdinde kabul ettirdi.” 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne götüren ruh hâlini vermek için Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında cereyan eden çekişmenin şiddetini ortaya koymamız gerekir.
Hâlbuki, Demokrat Parti’yi kuranlar da önce CHP’li idiler. Bu kadar birbirlerine karşı hırçınlaşmaları ve garezkâr hareketleri, halk tabakalarına da giderek yayılmış ve particilik neredeyse şahsîleştirilerek bir ölüm kalım mücadelesi hâline getirilmiştir. Seçim dönemine ait bir anekdotu nakletmek isterim. Muhalefetin korkusu, DP’nin kazanacağının belli olmasıyla birlikte İsmet İnönü’nün akıl almaz bir oyuna girip seçim yapmaktan vazgeçeceği idi. DP’de mukabil oyunlar geliştirmiştir. Celal Bayar İttihatçı geleneğinden gelen bir politikacıdır. O da İsmet İnönü kadar politikanın kurnazlıklarını bilmektedir. 14 Mayıs seçimlerinden önce DP teşkilâtına gizli bir haber salar ve der ki: İsmet İnönü’nün seçim gezilerine katılacak ve onu alkışlayacaksınız!
Buradaki maksadı, İnönü’nün seçimlerden vazgeçme tavrını ve sandıklara müdahalesini önlemektir. İnönü, etrafındaki kalabalığı ve coşkuyu gördüğünde, seçimi kazanacağına emin olacaktır. Seçimden bir hafta evvel İzmir’dedir.
İnönü kendisini karşılayan ve alkışlayan kalabalıktan son derece mesrurdur.
Gazetecilere DP’yi kastederek şunu söyler: “Ben bunları yenerim. Siz de görürsünüz!”
Üç grup Samet Ağaoğlu, ki Demokrat Parti milletvekili ve bakanlarındandı, “Arkadaşım Menderes” adlı kitabında Demokrat Partinin sosyal yapısı hususunda şu tespitlerde bulunur: “D.P.; köylü, işçi, esnaf, yeni fikir ve görüşlerin etkisi altında genç aydınlar ve bunların aralarında, Halk Partisi’nden çeşitli sebeplerle ayrılanların, el ele ayaklanmaları şeklinde doğmuştur. Partinin idareci kadrolarına da, bu bünyesine uygun olarak, demokrasiye yüzde yüz inananlarla, başka ideolojilere bağlananlar ve sadece şahsî çıkarlarının peşinde olanlar da girdiler. Böylece, Demokrat Partinin çatısı altında üç grup insan toplandı: – Demokrat idealine bağlı genç idealistler, – Demokrat idealine bağlı tecrübeli idealistler, – Demokrat Parti’nin temsilcisi bulunduğu idealle ilgili bulunmayanlar…” (s. 63)
Bunun yanında 1950’li yıllardan beri politikanın içinde yer alan Dışişleri eski Bakanı Prof. Dr. Turan Güneş, Demokrat Parti iktidarına “aydınlar”ın bakışını şöyle değerlendiriyordu: “Arapça ezan gibi birçok konuda DP’nin en basit, en kolay, en demagojik yolları seçtiği söylenebilir. Ama bu, olayın çıplak gerçeğini ortadan kaldırmaz. Türkiye ilk kez bir çeşit sivil topluma yöneliyordu. Yahut bir başka deyimle, halk şimdiye değin yabancısı bulunduğu iktidarı ele geçiriyor veya etkilenebiliyordu. Bunun sonucu, bu kez seçkinlerin yeni iktidar modeline yabancılaşması olmuştur. Seçkinler, kendilerini aşan, kendi değer yargılarına ters düşen ve çağ dışı saydıkları bu modeli bir türlü kabul edememişler, daha doğrusu böyle bir toplumda yerleri ve işlevlerini saptayamamışlardır.” (Araba Devrilmeden Önce, 1983, s. 102-103.)
Bayar ve İnönü barışı Hüseyin Agun, Demokratlar Kulübü Başkanı. Agun, 1913 doğumlu. Orman Başmüdürü iken 1954 seçimlerinde Meclis’e girdi. 2.5 yıl hapis yattı. “Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960” adlı bir de kitabı vardır. Celal Bayar’la İsmet İnönü’nün barışmasına şahit oldu: “Celal Bayar İstanbul’dan Ankara’ya gelmişti. Hapis yattıktan sonra oluyor. Mevhibe İnönü telefon ediyor: ‘Beyefendi, sizi Paşa Hazretleri beş çayına davet ediyor. Ben de pasta yaptım. Lütfen teşrif ediniz’ diyor. Bayar’ın damadı Ahmet Gürsoy’un evi Ankara’daydı. Bayar orada kalırdı. Davet geldiği sıra, Çorum milletvekili arkadaşımız vardı, kazada vefat etti, onun evindeyiz. Celal Bayar telefona gitti. Sonra bize: ‘Mevhibe Hanım telefon etti, böyle şey söyledi. Ne dersiniz?’ diye sordu. ‘Beyefendi’ dedik. Davete icabet etmeniz lâzım. Bu iş kalksın ortadan. Böylece barışıyorlar. Adalet Partisi, cesaret edip de bizim affımız ve haklarımızın iadesi için bir adım atamadı. Yine İnönü meseleyi Meclis’e getirdi, onlar da imzayı attılar.”
Demokratlara bürokrat tepkisi Dr. Esat Öz’ün Demokrat Parti iktidarı ile ilgili önemli tespitleri bulunmaktadır. Öz, özellikle bürokratların ve aydınların DP iktidarı karşısındaki tavırlarını ele alır ve yorumlar. Sivil bürokrasi ise yeni siyaset sınıfına ve siyasete ‘elitist’ yaklaşmakta, onu küçümsemektedir. 1950’lerdeki siyaset, ‘politikanın sokağa (ayağa) düşmesi olarak tanımlanmış ve siyasî elitin bürokratik mekanizmadan çok, iş adamları ve geniş halk kitleleri ile temasta olduğundan şikâyet etmiştir. Entellektüel elitin bakışı da bürokratik elitin bakışından farklı değildir. Demokratların pragmatik politikasına tepki göstermektedirler.
Menderes’i hazmedemediler Elitlerin, bürokratların DP’lilere bakışı farklıdır. Dr. Esat Öz, sonuç olarak şunları yazar: “Bir tarafta, sosyo-ekonomik gücü ve prestiji giderek artan ticaret-sanayi erbabı ve köylü sınıfıyla birlikte DP; diğer tarafta ise prestijini ve ayrıcalıklı statüsünü kaybetmeye başlamış bir sivil-asker bürokratik elitle onun sözcülüğünü üstlenmiş CHP yönetimi. Bu iki “blok” arasındaki amansız rekabet ister istemez dönemin hem siyasal söylemini hem de pratiğini şekillendirmeye başlamıştır. (Ö) Asker-sivil bürokratik elitle entelektüel elitin 1950’lerdeki DP politikasına 27 Mayıs darbesiyle verdiği cevap, demokrasi yolunda alınan mesafenin önemini azaltmış, yeni gerilimlerin tohumlarını ekmiştir.” (“Türkiye’de Demokrasinin Gelişimi ve Demokrat Parti”, Türkiye Günlüğü, Yaz 1998, s. 35-36.) Demokrat Parti, iktidara geldiğinde ordu içinde kıpırdanma olmuş mudur? Rivayet muhtelif… Zaman zaman yazılan bir hikâye vardır… Bu hikâye İsmet İnönü’nün başbakanlığı sırasında, Günvar Otmanbölük tarafından 1962’de Yeni İstanbul Gazetesi’nde de yazılmış, ancak İnönü yalanlamamıştır. Olay şu: “14 Mayıs 1950’de geç saatler. Sandıklar açılmış ve oylar ekseriyet DP’ye çıkıyor. Gece Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman hışımla makamına geliyor. Ama odasında Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut oturmaktadır. Org. Yamut: – Paşam Demokrat Parti iktidarı kazanmıştır. Org. Gürman: – Bu adamlara memleketi teslim edemeyiz! Bu muhavere üzerine Nuri Yamut tabancasını çekiyor ve: – Meclis toplanıncaya kadar mevkufsunuz. Daha sonra ben sizin emrinizdeyim. Lüzumu ne ise onu yaparsınız. Org. Gürman enterne ediliyor ve odaya kapatılıyor. Meclis açılıp Celal Bayar cumhurbaşkanı seçildikten sonra Org. Gürman serbest bırakılıyor. 6 Haziran 1950’de toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları değiştiriliyor. Kararname 8 Haziran 1950’de 7527 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giriyor. Bu kararnameyle Org. Nuri Yamut Genelkurmay Başkanı olmuştur. Bir başka rivayet: Bir albay, Menderes’e gelmiş ve İnönü’nün etrafında toplanan bazı kumandanların darbe hazırladığını haber vermiştir. Bu haber üzerine 13 Haziran 1950’de Menderes şu ağır konuşmayı yapmıştır: “Size esefle haber vermek isterim ki, iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı halde, bazı zaruri değişiklikleri mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etmek yoluna sapmıştır. Bizim bütün çalışmalarımız memleketimizde demokrasiyi perçinlemeye matuftur. CHP, eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa, başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır. Bu iktidar hastaları, havayı karıştırmak istemektedirler. Memlekette siyasi iktidarı muhtal (bozuk) göstererek, bir polemiğe, bir hücum ve taarruza geçmişlerdir.” (Menderes’in Dramı, s. 212.) Şevket Süreya Aydemir, bunu “çocukça bir ihbar oyunu” diye anlatır. Metin Toker, askerin müdahale etme talebinin “külliyen yalan” olduğunu yazar: “Asker’in 1950 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İnönü’ye gidip o isterse sonuçları iptal etme teklifinde bulunduğu hiçbir asıl ve esası bulunmayan yalandır. Bunu, ordu yüksek kademesini toptan değiştirme niyetindeki yeni DP iktidarı çıkartmış, kendi yayın organı Zafer Gazetesi’ne yazdırtmış, derhal tekzip olunmuştur: Böyle bir teklif değil, böyle bir ziyaret dahi yoktur! Buna rağmen iddia tekrarlanıp durmuştur. Daha eskiye gidilirse rejimi tek partiden çok partiye, yani demokratik parlamenter sisteme geçirme kararı askerden hiçbir mukavemet görmemiştir. Zaten Milli Şef, bunun ‘icazet’ini ondan istememiştir.” (Milliyet, 22 Nisan 2000) * * * Muhaliflerin ve muvafıkların sözleri… İki tarafın da anlattıkları birbirine zıt.
‘İsmet Paşa gibi bir muhalif’ İhtilâlcilerden Dündar Seyhan hatıralarında bahseder. Kendisi 38 kişilik Millî Birlik Komitesi’nde olmamakla bereber, ihtilâl hazırlığının ileri safhalarında bulunmuş, ihtilâl vaktinde de Washington’a vazifeli gitmiş ve ihtilâlin ardından yurda dönmüştü.
Yassıada’da, tutuklulara çok kötü muamele yapıldığı söylentileri ayyuka çıkmıştır. MBK’nın bazı üyeleri söylentileri yerinde incelemek üzere adaya giderler. Menderes’le görüşürler. Dündar Seyhan’ı okuyalım: “Numan Esin; geçen on yıllık hükümet etme sonunda iktidarlarının ihtilâlle sona erişi bakımından, olayların sorumluluğunu inceleyip incelemediğini ve bu incelemede şahsen bir vicdan muhasebesi yaptıysa neticesinde neye ulaştığını sual olarak ortaya getirdi. (…) (Menderes) Her olaydaki yanlış tutumlarına muhalefeti sebep, saik ve müşevvik olarak gösteriyordu. (…) Sonra: – İhtilâl gelişi ile bizi de, Türkiye’yi de bir uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmıştır. Dedi.
Yaptığı açıklamalar karşısında bir nokta özel bir önem kazanıyordu.
Ortaya getiriverdim. – Adnan Bey, dedim. 1950’de tamamen meşru olarak iktidara geldiniz. Milletin ekseriyet reyiyle 10 sene iktidarda kaldınız. Yukarıdaki izahatınızla, bu memlekette her meşru olarak iktidara gelen parti tutumu ve tedbirleri ne olursa olsun memleketi on sene sonra ihtilâle mi götürür demek istiyorsunuz? Biraz düşündü… Yarı gülerek; – Muhalefet lideri İsmet Paşa olursa, evet, dedi.” (Gölgedeki Adam, s. 124.)
Hırçınlığın zararı Demokrasi hırçınlıkla başlamış, muhalefet ve iktidar, amansız bir düşmanlık yolu tutmuş ve sonunda ihtilâle gelinmiştir. Yukarından beri izah ettiğimiz ruh hâlini Menderes de tespit etmiştir. İnat ve gayz insanların basiretini bağlıyor ve meseleyi daima şahsîleştiriyor. Oysa ki, politikacı kendisi için değil, cemiyet için vardır ve varlık sebebi de cemiyettir. Türkiye’nin demokrasiye geçişinde sancı büyük olmuştur. Demokrasiye geçişinin sancısının büyüklüğü kadar demokraside siyasîlerin tavrını hazmedip hatasıyla sevabıyla kabullenmek de o derece zor olmuş ve netice ihtilâle gelip dayanmış.
Enver Paşa’nın masası DP’nin Millî Savunma Bakanı idi. Bu fotoğraf 1953’te Celal Bayar’la birlikte alınmıştır. Kenan Yılmaz’ın sağ omuzunun ardında görünen Celil Gürkan’dır. Celil Gürkan, o zaman binbaşı rütbesinde ve Kenan Yılmaz’ın yaveriydi. Gürkan, Cunta, 9 Mart 1971’de ihtilali gerçekleştirseydi, Başbakan Yardımcılığına getirilecekti. Ancak, güvendiği insanlar Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, emir kumanda zincirinde 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmac’ın kumandasında Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ile birlikte hükûmete muhtıra vermiş, Tümgeneral Gürkan ve 12 arkadaşını emekliye sevketmişlerdir. İkinci resimde Kenan Yılmaz’ın oturduğu masa Enver Paşa’nın masasıdır. Önceki Millî Savunma Bakanı Enver Paşa’nın masasına oturmuştu. Bu da tenkit edildiği için, Kenan Yılmaz bakanlığa getirilişinin ilk günü hatıra fotoğrafı çektirmek için oturmuş ve sonra masayı müzeye göndermiştir.
“Erzurum ile Tortum’u birleştireceğiz” 1957’de Erzurum’dan milletvekili seçildi. 1922 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Yassıada’da beraat eden 47 kişiden biridir. 1.5 yıl kadar tutuklu kaldı. AP’den Erzurum senatörü seçildi. “Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin temeli 1957’de atılmıştı. 1958’de dersler başladı. Ankara’dan Erzurum’a büyük bir misafir treni tertip edilmişti. Biz Erzurum milletvekilleri olarak o trende misafirlerle beraber gittik. Bizden bir gün evvel, uçakla Menderes ve Celal Bayar gittiler. Tren, Erzurum İstasyonu’na geldiğinde, baktık ki Menderes ve Erzurum belediye başkanımız Edip Sunguroğlu oradalar. Menderes elimi sıktı. Benim Tortumlu olduğumu biliyordu. Bana dedi ki: ‘Erzurum’la Tortum’u kavuşturacağım.’ İnşallah dedim ama, düşündüm; ne manada söylüyordu? Sonra buldum. Türkiye’nin kalkınması sanayileşmesi kafamıza yer etmişti. Erzurum’u Tortum’a kavuşturmak ekonomik manada söylenmişti. Sanayi kuruluşlarıyla birleştirecekti. Menderes hakikaten çok ihatalı bir liderdi.”
Menderes, DP iktidarını Anadolu köylerinin desteğiyle 4 yılda iktidara taşıdı Menderes’in kalkınmayı köylerden başlatması DP’nin oylarını 1954’te en yükseğe ulaştırıyor. 1957 seçimlerinde ise düşüyor. Yeni bir seçim olsaydı düşmesi mukadder olacaktı, ama bu seçim yaptırılmıyor.
Hizmet adamıydı
Demokrat Parti’nin iktidara gelişi 14 Mayıs 1950 seçimleri ama bunun zemini 1946’da atılmıştır. Bu yıl CHP 396, DP 62, bağımsızlar ise 17 milletvekilliği kazanmıştı.
Seçimlerin normal şartlar altında geçmediği herkesçe biliniyordu. Oylar açıktan atılmış, sayım ise gizli yapılmıştı. Bu anormal bir durumdu.
Ali Fuat Başgil, “Bu 62 mebusluk, muhalefeti tatmin için çok zayıf, fakat halkçılara üzüntü vermek için kâfi bir başarı idi. (…) Demokratların durumu ne kadar zayıf olursa olsun, Meclis’e girişlerini CHP surlarında açılmış bir gedik olarak kabul etmek gerekiyordu.” demiştir.
DP daha kurulalı iki yıl olmuştu… CHP nasıl kendi içinden DP’yi çıkardıysa, DP de Millet Partisi’ni doğurdu.
DP içinden bazıları Celal Bayar’a şüpheyle bakıyor ve ikili oynamakla suçluyorlardı. Sebep de anti-demokratik olarak görülen eski Mussolini yönetiminden alınmış Ceza Kanunu’nun altında, geçmişte onun da imzasının bulunması idi. Bayar, “Tarihin zaruretleri neticesi çıkardıkları bahis konusu kanunları bugünkü şartları anti-demokratik hâle getirmiştir” dese de, rakiplerini ikna edemiyordu.
DP’nin İstanbul İl Başkanı Avukat Kenan Öner, General Sadık Aldoğan, Osman Bölükbaşı, Fuat Arna ve bazı milletvekilleri DP’den ayrılıp Millet Partisi’ni kurdular. (20 Temmuz 1948).
CHP, DP bünyesinden yeni bir partinin çıkmasından memnun olmuştu, ama çok geçmeden bunun DP’nin parçalanıp ufalması anlamına gelmediğini anlamıştı. Daha muhafazakâr olan ve sert muhalefet yapan Millet Partililer, bunun yanında DP’liler ve CHP’ye iki koldan taarruz etmeye başlamışlardı.
Bunun karşısında CHP de sertleşmişti. Basın Kanunu değiştirildi. Gazeteciler takibe alındı ve bazılarının bileklerine kelepçe vurulup tutuklandı.
Köylerde zulümler arttı. Hükûmet makamlarının emirlerine uymadıkları iddiasıyla Aslanköy ve Senirkent halkı, kadın-erkek, suçlu-suçsuz ayırdedilmeden elleri bağlanarak hapishanelere gönderildi.
CHP, cop ve dipçik zoruyla iktidarını devam ettirme yolunu seçmişti. Cop ve dipçik zoru meselesi son derece önemlidir. DP iktidarını darbeyle düşürenler ve onlara “fetva” veren koskoca profesörler DP’nin keyfî uygulamalarını ve Anayasa’yı ihlâlini ihtilâl sebebi gösterip meşruiyet aramışlardır. Öte yandan İsmet İnönü’nün tek parti döneminin yasakları, ihlâlleri, copları, dipçikleri, eziyetleri görmemezlikten gelinmiştir.
1946 seçimlerinde, bahsettiğimiz gibi, kapalı oy, açık tasnifle seçim yapılmıştı. Muhalefet, şiddetli münakaşalardan sonra, CHP iktidarını gizli oy, açık tasnife razı edip bir kanun çıkmasını sağladı.
14 Mayıs 1950’de yapılan seçime katılma oranı yüzde 89.3 oldu. DP, 4.241.393 oy almış ve 420 milletvekili çıkarmıştı. CHP’nin oyu 3.176.561 idi. Çıkardığı milletvekili sayısı ise 63, Millet Partisi 1 milletvekilliği kazanmış, Meclis’e üç de bağımsız girmişti. DP’nin oy oranı yüzde 52.7; CHP’nin ise yüzde 39.4’tür.
Yeri gelmişken, ihtilâle kadar olan seçimlerin sonuçlarına da bakalım:
1954 seçimleri:
DP: 5.151.550 (%57.6), 505 milletvekili; CHP: 3.161.696 (% 35.4), 31 milletvekili, CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi): 434.085 (% 4.9), 5 milletvekili; bağımsız: 1.
1957 seçimleri:
DP: 4.372.621 (% 47.9), 424 milletvekili; CHP: 3.753.136 (%41.0), 178 milletvekili; CMP: 652.064 (% 7.1), 4 milletvekili.
* * *
Yukarıda görüldüğü gibi DP 1954’te en yüksek oya ulaşmış, 1957’de ise bu oranda düşme görülmüştür.
Ruhu için Fatiha
Millet Menderes’i çok sevmişti. Kalkınma ve halkın inancına saygı halkın DP etrafında kenetlenmesine yetmişti. Ankara Tunus Caddesi’nde Köprülü Apartmanı’nda dinlediğim eski DP’liler Menderes’in hizmet aşkı üzerinde hemfikirdiler.
Ekrem Dikmenoğlu, Trabzon DP İl İdare Kurulu üyesi. 1933 doğumlu. İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi mezunu. 1961-1977 arasında Adalet Partisi’nden Trabzon milletvekilliği yaptı. Menderes’in kalkınma ve imara verdiği önemle ilgili hatıralarını anlattı:
“İstanbul sahil yolu yapılırken, şantiye şefliği yapan bir arkadaşım vardı. Gebze’de askerliğimi yapıyordum. Şoförümle sahil yoluna gelmiştim. Kırmızı plâkalı arabaları görünce, cipten indim. Menderes gelmişti. Yanına varıp elini öptüm. Menderes çakıl yığının bir tarafına oturmuş, işçiler de oturmuş şantiye şefi arkadaş izahat veriyor. Menderes o sıra, işçileri göstererek, sordu: ‘bu çocuklara sabahleyin ne veriyorsun?’ O da: ‘Çay, zeytin, peynir, reçel…’ deyince Menderes: ‘Evlâdım, bunlar ağır işçilerdir. Bundan sonra kazan kaynatacaksın. Kahvaltıyla çalışamazlar.’ dedi.
Ankara’ya milletvekili olarak geldiğimde, Topal Osman’ın çetesinde bulunmuş, Süleyman baba diye bir şoför vardı, Meclis karşısındaki taksi durağında. Onun arabasıyla Bendderesi tarafına gittim. Yeni açılan yolun kenarında bir kayalık yerde indi.. Dua ediyor. Duası bitince arabadan indim dedim ki: ‘Süleyman Baba, kime okudun bu duayı?’ Süleyman Baba anlattı: ‘Senelerce Bendderesi taşar ve insanlar boğulurdu. Bir akşam arabama bir zat bindi. Buraya geldik. Şantiyeleri dolaşıyor. Arabada pasta falan çıkarıyor, kendisi yerken bana da ikram ediyor. Bendderesi’ne geldik. İndi, inceledi. Sonra arabaya bindi, bana: ‘Çek evlâdım başbakanlığa.’ deyince uyandım. Arabaya binenin Menderes olduğunu anladım. Arabadan indim, elini öptüm. Kendisini başbakanlığa getirip bıraktım. Gece sabaha kadar dolaştığımız için iki yevmiyemi peşin verdi. ‘Bu akşam çalışmayacaksın, yarın sabahtan itibaren çalışırsın.’ dedi. Müşterim kim olursa olsun, buraya geldiğimde mutlaka Menderes’in ruhuna Fatiha okurum.’
Demokratlar Kulübü
“Demokrat Kulübü” yerine “Siyasî, İçtimaî Terbiye Kulübü” desek yeridir. En küçüğü 80’e merdiven dayamış DP milletvekilleri son derece alicenap ve nazik insanlar… O vakitte mi öyleydiler, yoksa zaman mı onları yoğurdu bilemiyorum. Ama artık tükenmeye yüz tutmuş birer insanlık nümunesi gibi göründüler bana. Bu insanları Köprülü Apartmanı’ndan alıp hemen karşılarındaki TBMM binasında bir odayı tahsis etsek, bütün milletvekilleri için mutlak bir kazanç olacaktır. Fotoğrafta yer alanlar: Osman Alihocagil, Ekrem Dikmenoğlu, Özer Kenan Yılmaz, Hidayet Sinanoğlu, Hüseyin Agun, Ahmet Nuri Kadıoğlu, Halis Tokdemir, Sami Soylu, Dursun Tosun…
“Otuz sene sonra TBMM bizi akladı”
Konya milletvekili… 1916 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Meclis’e DP’den 1957’de girdi. 2.5 yıl hapis yattı: “Menderes’i çok severdik, sayardık. Şöyle bir hatıramız oldu. 1960 ihtilâlinden bir hafta önce Konya milletvekilleri olarak onu ziyarete gittik. Arkadaşlardan birisi dedi ki: ‘Beyefendi ihtilâl olacak diyorlar. Herhâlde bir tedbir almışsınızdır. ‘Menderes: ‘Benim her şeyi delip geçen keskin bir zekâm vardır. Eğer ben orduya güvenmesem, tâ İstanbul’a en yakın yere kadar orada garnizon kurmazdım. Tabiî biliyormuş ama böyle gösteriyordu. Yassıada’da 400’e yakın DP milletvekili vardı. Bunun 350 küsuru 5 yıl 2 aydan başlamak üzere müebbede kadar hapse mahkûm edildiler. Sonra af çıktı, 2.5 sene yattıktan sonra tahliye edildik. Yalnız bizi teselli eden şey şu: bizi “TCK’nın 146. maddesine göre Anayasa’yı ihlâle teşebbüs”ten mahkûm etmişlerdi. Vatan haini olarak ilân etmişlerdi. Ama karardan 30 sene sonra TBMM’den iade-i itibar kanunu çıktı. O kanunda diyor ki: ‘Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı tarafından verilmiş olan cezaî, hukukî, malî bütün kararlar keen lem yekûndur. Yoktur. Bu bizi teselli etmiştir.”
DP halkla bütünleşti
DP, iktidarı “Yeter söz milletindir!” sloganıyla almıştı.
14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra milletvekilleri Ankara’da toplandılar. Önce yeni bir cumhurbaşkanı seçildi.
Bazı genç milletvekilleri Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı seçilmesine karşıydılar. Bunlardan biri de Gümüşhane Milletvekili Halis Tokdemir’di. Tokdemir, parti içinde demokratik tavırların her zaman konduğunu belirtiyor. Tokdemir, 1950-1957 arasında Gümüşhane Milletvekilliği yaptı. Ortaokuldan sonra İstanbul’a geldi, Sen Josef ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. 1920 doğumlu. Kendisiyle yaptığım konuşmayı veriyorum:
“Herkes fikrini söyler”
“Daha 26 yaşındayken, 1946’da İstanbul Kuzguncuk parti teşkilâtını kurduk. 1946’da seçim oldu. Ben sandıkları gezdim. Kuzguncuk’ta çok sevdiğim bir arkadaşımın babası, mal müdürü idi, emekli. Sandığın başına onu oturtmuşlar. Memurlar CHP’dendi. Akşam olmuş; vakit dolmuştu. Bey amca sayım yapmıyor muyuz? diye sordum. ‘Ne sayımı yahu! Ben oyları yırttım!’ Oylar yırtılmaz, sayılması gerekir, dedim. Bana: ‘Sen karışamazsın. Ben burada yetkiliyim’ dedi. Oyları saymadı.
Biz Menderes’i çok severdik. Ama her dediğini yapan bir mebus değildik. Menderes’e zaman zaman karşı gelenlerden birisiyim. Demokrasi babında karşı geliyorduk. Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olmasına gençler olarak karşıydık. Partinin başında kalmasını, tecrübeli bir başbakan olarak memleketi idare etmesini istiyorduk. Onun için cumhurbaşkanlığına rey vermedik.
Menderes, çok sevdiğimiz, eski talebe liderim Tevfik İleri’yi grup başkanlığına aday göstermişti. Biz de Tevfik ağabeyin karşısında Antalya Milletvekili Dr. Burhanettin Onat’ı destekliyorduk. Nitekim Onat kazandı.
DP’yi Türk Milleti seçtirdi, Türk milleti kaybettirdi, ihtilâli de Türk milletinin yaptığına kaniim.”
Eski Niğde Milletvekili Ali Ulvi Arıkan da, partide parti başkanının hegemonyasının olmadığını, herkesin fikrini açık açık söylediğini belirtmişti.
Celal Bayar, 22 Mayıs’ta, 387 milletvekilinin oyu ile cumhurbaşkanı seçildi. Refik Koraltan Meclis Başkanı, Adnan Menderes Başbakan, Fuat Köprülü Dışişleri Bakanı oldu. Parti kurucusu bu dört kişiden Köprülü, eski arkadaşlarıyla anlaşamadı ve 1957’de ayrıldı. Diğer üçü 1960 yılına kadar aynı vazifede kaldılar.
Halk için
Demokrat Parti iktidara geldiğinde üç önemli karar almıştır ki, bu halkla bütünleşmenin de başlıca gayesi olmaktaydı.
Birincisi; ezanın Arapça okunması kararı. Bu karar sadece DP’nin değil, aynı zamanda CHP’lilerin de görüşü olduğu için karar ortak alınmıştır.
İlkokuldan itibaren çocuklara dinî eğitim verilmesi. Öncaki iktidar zamanında dinî eğitim okullarda verilemiyordu. DP, ilkokul dörtten itibaren dinî eğitimi seçmeli olarak okutulması için kanun çıkarttı.
Üçüncü bir karar da, Türkçeleştirmek adına 1924 Anayasası bozulmuştur. Eski metne geri dönüldü.
Hatalar
Zaman içinde bazı hatalı yollara da girilmiştir. Bu hataların belli başlısı Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasıdır. Türk Milliyetçiler Derneği’nin gayesi “Bir taraftan gençler arasında yapılan komünistlik propagandasını önlemek, diğer taraftan da memleketin manevî değerlerini, örf ve âdetlerini korumak” idi. Bu derneğin kapatılmasına sebep de, Vatan Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da yapılan suikasttir. Yalman suikastte yaralanmıştı. Suikastçı Hüseyin Üzmez’in fikren Türk Milliyetçiler Derneği’nden beslendiği iddiasıyla bu dernek kapatıldı.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Demokrat Parti iktidarının Türk Milliyetçiler Derneği’ni kapatmasını büyük bir hata olarak görür:
“Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasından sonra meydanı boş bulan CHP durmadan üniversite gençliği arasında birbiri ardısıra çeşitli tahrik yuvaları kurdu. Bilhassa ‘CHP Gençlik Kolları’, ‘Devrim Ocakları’, ‘Mustafa Kemal Derneği’ gibi adlarla kurulan bu cemiyetlerin her birinin gayesi, üniversiteli gençleri İnönü’nün partisine sokmak idi. DP ise CHP’nin giriştiği bu faaliyet karşısında hareketsiz duruyordu. İşlediği hatanın büyüklüğünü ancak 28 Nisan 1960’ta İstanbul Üniversitesi talebelerinin ayaklandığı gün anlayabildi.” (27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, s. 98.)
Seçime gidilecekti
1960 darbesinden bir gün önce de, Menderes, Eskişehir’de yeni seçime gidileceğini açıklamıştı. Bunu açıklama ihtiyacı duymasının sebebi, ortalıkta seçim yaptırılmayacağına dair dolaşan şayialardı. Menderes’in yaptığı konuşma:
“Maalesef bir aydan beri çok mühim hâdiseler cereyan etmektedir. Bu hadiselerin manası, seçim isteği değil, fakat zorlama ile iktidara gelinebilir mi, yoklamasıdır. Milletin olgunluğuna ve demokrasinin faziletine inanıyoruz. Gayrimeşru yollarla iktidara gelmek ve gitmek kabul edemeyeceğimiz birşeydir. Türk milleti demokrasiye ve DP’ye sadıktır. Yolumuz seçim yoludur. Seçimden başka iktidara gelme yolu olmadığını herkesin bilmesi gerekir.” (Nazlı Ilıcak, 15 yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. 1, 1975, s. 150.)
‘Babanız öldü’
En çarpıcı örneklerden biri, herhâlde DP döneminin Millî Savunma bakanlarından Kenan Yılmaz’ın oğlu, eski 1977-1980 arası Adalet Partisi’nden Bursa Milletvekili Özer Kenan Yılmaz’ın anlattıklarıdır:
“Rahmetli Refik Şevket İnce, Millî Savunma Bakanı oldu. Sivilleştirme harekâtına başlamak üzere rahmetli babamı (Kenan Yılmaz) Millî Savunma Müsteşarı yaptı. 14 Mayıs’ı Demokrat Parti kazanmamıştır; Halk Partisi kaybetmiştir. 1954’te ancak Demokrat Parti kazanmıştır. Halk Partisi’ne duyulan bir tepkidir. Vergilere duyulan bir tepkidir. Karnelere duyulan bir tepkidir. Sıkıntıdır. Üzüntüdür ve iyi idare edilememektir. Babam 1951 ara seçiminde Bursa Milletvekili oldu. Seyfi Kurtbek kurmay albaydır. Millî Savunma Bakanı idi. Enver Paşa’nın masasını getirmiş, makam masası yapmıştır. Genelkurmay Başkanı’na hitabı ‘Bana Nuri’yi çağırın!…’ türündendir. Menderes’e ve Bayar’a gidilmiş ve eğer bu adamı almazsanız ‘Vururuz!’ denmiştir. Seyfi Kurtbek alınmış ve rahmetli babam gelmiştir. Babam 6 Ağustos 1961’de Yassısada’da, 59 yaşında kalp krizinden ölmüştür. Bir cumartesi günüydü. Telefon ettiler: ‘Babanız vefat etti. Cenazesini almazsanız, biz kaldırırız’ dediler. Babamın cebinden 350 kuruş çıktı. Bir tanıdıktan aldığımız parayla cenazesini kaldırdık. Cenazesinde 15 kişiden fazla insan olmayacak dediler. 16 kişiydik. Yeğenleri, çocukları ve gelinleri. Bir tanesi çıksın, dediler. İstanbul’da Kasımpaşa’da bir camiden kalktı. Ve benim bir ahdim vardı. Yemin ettim, tekrar seni TBMM kürsüsüne çıkaracağım diye. Ben TBMM kürsüsüne çıktığımda cebimde babamın mezar toprağı vardı. Bu orduya olan bir kin değil. İsmet Paşa diyor ki: Biz ihtilâlin ne içindeyiz, ne dışında. İhtilâli yapan sensin! İhtilâl 1954 seçimleri kaybedildiği vakit kararlaştırılmıştı.”
‘Suçumuz yoktu’
1954 – 57 yıllarında Niğde Milletvekili olan Ahmet Nuri Kadıoğlu, o günleri şöyle anlatıyor:
“1957’de aday olmadım. Beni emekliliğimi doldurmak için Ziraat Bankası Tetkik üyeliğine tayin ettiler. İhtilâl olduğunda, milletvekili olmadığımız hâlde bizi de tutukladılar. Bir tayyare meydanına götürdüler. Yassıada’ya gideceğiz. Tayyarenin içinde bir başta bir subay, diğer başta da bir subay, silâhları bize tutulmuş. İstanbul’da askerî meydana indik. Bir ihtilâlci geldi, bize bağırdı: ‘Hepiniz karılarınızı Menderes’e peşkeş çekmişsiniz’ dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. Tuttuklarını tayyareden aşağı atıyorlar. Ben ise kendim atladım. Baktım iki sıra asker. Aralarından geçeceğiz. Gidenlere tekmeyi vuruyorlar. Tam minibüse binerken ayağıma tekme geldi. Bizi vapura götürdüler. Yassıada’ya vardık. Önce yokuştan çıkardılar, sonra kumluktan geçirdiler. Yaşlı insanlar var, ellerinde bavullarıyla zor yürüyorlar. Yatacağımız yere getirdiler. Ertesi günü, bizi yemeğe götürmek için tek sıra dizdiklerinde gördüm ki, iskeleyle yatacağımız yer arasında düz, kısa mesafe varmış. Eziyet olsun diye yokuş tırmandırmışlar. Bu beni çok kırdı. Üç ay yattık. Hiçbir suçumuz yoktu.” 09 Şubat 2012


Bir kaç gün daha gecikse 10 Kasım'a rastgelecekti  
YENİ ŞAFAK  Kürşad BUMİN
Bizim "banliyölerimiz"i gözden geçirmekten Paris'in "problemli banliyöleri"nde olup biteni ele almaya bir türlü fırsat bulamadım. Neyse... Paris işi daha çok uzar nasıl olsa, dolayısıyla bu konuya dalmak için gecikmiş sayılmayız...
Üç yazıya sığdırmaya çalıştığım (Mesajlarıyla beni cesaretlendiren okurlarıma sesleniyorum: Söz! Bir yazı daha yayımlayacağım!) "kışla dayağı"ndan sonra bugün de gelelim bir başka "banliyö" sorununa:
Murat Vural adlı bir "işsiz" vatandaşımız Sincan'da bazı okullardaki Atatürk büstlerini boya dökerek kirlettiği için toplam 22 yıl 6 ay (yazıyla: yirmi iki yıl altı ay) hapis cezasına çarptırılmış.
Haberi okur okumaz "Aman hâkim bey bu nasıl bir cezadır böyle?" diye mırıldandığımı iyi hatırlıyorum.
22 yıl 6 ay hapis cezası, dile kolay... Sanırsınız ki Murat Vural 22 kişiyi öldüren bir seri katildir.
Gazete haberinden anlıyoruz ki, Mural Vural bu işi "büstlere sevgisizliğini ve işşiz kalışını bahane ederek" işlemiş.
Cezanın bu derece yüksek olmasının nedeni, sanığın "eylemi işlediği yerlerin niteliği ve yakalanmadığını görünce eylemlerine devam etmesi"ymiş.
Sanık Murat Vural mahkeme önünde pişmanlığını belirtmiş ama son pişmanlık fayda etmemiş. Kararda "Sanığın eylemlerinin süreklilik arzettiği, hiçbirinde pişmanlık emaresinin bulunmadığı, bu konda samimi olmadığı için hakkında takdiri indirim maddesinin uygulanmadığı" vurgulanmış.
(Cezayı unutmamışsınızdır sanırım: 22 yıl 6 ay hapis.)
Davanın ve kararın ilngiç yönlerinden birisi de, davanın tek celsede karar bağlanması.
Şimdi: Murat Vural'ın bu eyleminin cezasız kalmasını isteyen-söyleyen yok tabii ki... Ama (insaf) bu nasıl bir cezadır böyle. 5 Atatürk büstünü yağlı boya ile kirletmenin cezası bu mu olmalıdır?
Sanığın "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun" esas alınarak mahkûm edildiğini hatırlatmaya gerek yok herhalde. Bildiğiniz gibi söz konusu kanun Türk hukuk sistemine 1951 yılında Demokrat Parti'nin ülkeye bir armağanı olarak girmişti. (Nitekim, "Demokratlar Kulübü Derneği"nin internet sitesinde kanunun çıkarılış nedeni şöyle açıklanıyor: "Kanun, Demokrat Parti'nin Atatürk'e duyduğu saygı ve sevgiyi göstermekteydi. Cumhuriyet Halk Partililerin Atatürkçülük iddialarına, Demokrat Partiyi Atatürk düşmanlığı ile suçlamalarına bir cevaptı." Yani özetle, bazı yazarlarca haklı olarak "Sağ Kemalizm" olarak adlandırılan yeni siyasi iktidar, "Atatürkçülük öyle olmaz böyle olur!" diyerek İsmet İnönü'nün bile aklına gelmeyen monarşik bir kanununu ülkeye armağan etmişti.)
Bu kanunun (bugüne kadar çok söylendi-yazıldı ama bir kere daha tekrarında fayda var) bir "cumhuriyet"e yakışmadığı muhakkkak. Benzer bir kanun sadece "cumhuriyet"e değil, "meşrutiyet"e de yakışmaz. Yakıştığı tek yer, "mutlak monarşi"dir. Çünkü, iktidarın anasaya ile sınırlandırıldığı sistemlerde-rejimlerde yasaların "genellik" ilkesi çiğnenemez ve tek bir kişi için yasa çıkarılamaz. Çok zorlanırsa çıkarılabilir tabii ki; ama o zaman da sistemi ona uygun bir ad ile adlandırmak gerekir.
5816 sayılı "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun", "Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir" diyor. Kanun ayrıca bu suçun "iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umuma acık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde" artırılacağını belirtiyor. Demek ki bu durumda, Murat Vural'ın aldığı 22 yıl 6 ay hapis cezası boyanan her büst için ayrı ceza kesilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Kararın bu yönü de çok şaşırtıcı ("isyan ettirici" dememek için bu sıfatı kullanıyorum) değil mi?
Yani Murat Vural eğer hızını alamayıp (ve yakalanmayıp) bir düzine büstü boyasaydı, cezası "ağırlaştırılmış müebbet" mi olacaktı.
Unutmayalım: Murat Vural'ı mahkûm eden 4 maddelik yasa, "Türk Ceza Yasası"nın dışında yer alıyor. Bu yasa Türk hukuk sisteminde "tek başına", "Türk Ceza Yasası"ndan bağımsız bir "ceza yasası" olarak yer alıyor. Şu tutarsızlığa bakın...
Yarın 10 Kasım. Yarın düzenlenecek törenlerle Atatürk'ü anacağız. Bilmiyorum doğrusu, belki cezaevlerinde de benzer törenler düzenlenecek. Eğer öyle ise Murat Vural da bu törenlere katılacak. Şahit olmak isterdim doğrusu: Yarın törenleri televizyon ekranından izleyen mahkûmlar Murat Vural'ın 22 yıl 6 aylık mahkûmiyetini aralarında acaba nasıl tartışacaklar?
Bu arada bir de dileğim var: Bu mahkeme kararı sakın ha sakın Nicolas Sarkozy'nin kulağına gitmesin. Ne olur ne olmaz, bir de bakarsınız ki "cumhuriyet"i dilinden düşünmeyen "Sarko" ("başörtüsü yasağı"ndan sonra) bu "Kanun"la da ilgilenmeye başlamış!
Birkaç gün daha gecikse, Murat Vural'la ilgili karar 10 Kasım'da açıklanacaktı.