25 Mart 2014 Salı

HÜCRE 37 - KAYSERİ; Ya da Hüzünlü Bir Aşk Hikâyesi....

HÜCRE 37- 

Ya da Hüzünlü bir aşk hikâyesi
Ertuğrul MAT
Menderes ve arkadaşlarının idamından sonra bir kere daha ağlamıştık. Genç kadın, elindeki yüzüğü gösterip gözyaşları içinde, “Hayır hayır… Müebbede
de mahkûm olsa, onu bekleyeceğim” diyordu.
Nişanlısı Yassıada’da idama mahkûm edildikten sonra cezası müebbede tahvil edilmiş bu genç kadının hüzün dolu hikâyesini Hürriyet gazetesi birinci sayfadan vermişti. Birisi, Kurtuluş Lisesi’nin gencecik öğretmeni,  diğeri Meclis’in Demokrat Partili Antalya Milletvekili Sadık Erdem’i.
27 Mayıs 1960 darbesinden kısa bir zaman önce nişanlanmışlar, evlilik planları yapıyorlardı.
Yakın bir gelecekte, sarsıcı, onur kırıcı acılı günlerin aşklarını ölümle imtihan edeceğini bilmiyorlardı…
Öğrendiler… Hem de “…tarifsiz kederler içinde”.
Sadık Bey’in yakalanması, Yassıada’ya gönderilmesi…Anayasa’yı ihlalle suçlanması… Önce idama, sonra da bu cezanın müebbede çevrilmesi, bu aşkın üstüne kederler yağdırmış, genç kızın yüzüne hüzün doldurmuştu.
Hapisteki adam, acılara meydan okumasını bilenlerdendi… O katlanabilir; hapishanede bile yurduna faydalı olabilirdi… Hep güzel şeyler düşünür, güzel konuşur, güzel şiir okurdu.
Hakkında verilen kararın Milli Birlik Komitesi tarafından tasdikini müteakip, nişanlısına, “Biz mahpus damını ebedi mesken tuttuk, kusura bakma” diye nişan yüzüğünü iade etmişti…
O, sevdiği kadının hayat ve gönül çizgisinde şekillenip belirdiği gibi, oradan silinip gitmesinin de gerektiğini biliyordu
Bu mahkûmiyetten sonra, sevdiği kadının hayatından çıkmalıydı…
Yüzük bunun için hüzünlü kadının elindeydi…  
Yüzüğü gönderdikten sonra, o çok yakından tanıdığım 37 numaralı hücredeki adamın, yüzündeki acı tebessümle ve dilinden hiç düşürmediği bir mısrayla
“Sözü vermekte bir beis yok; bu bir âdettir güzelim…” diyerek kadere sitem ettiğinden adım gibi emindim.
Doğru karar verdiğine, kendisine yakışanı yaptığına inanarak, kalemi eline aldı ve demokrasi kavgasına devam edeceğini dostlarına yazdı.
O dostların başında da ben vardım.
2. 12. 1961-Kayseri
Sevgili Kardeşim Ertuğrul,
Yassıada mahkemesi hakkımda (Yüksek Adalet Divanı demeye dilim varmıyor) TCK 146/1 ile verdiği idamı, TCK 59 madde tatbiki ile müebbede tahvil etti. Demek ki kaderde yaşamak varmış. Bir yandan böylesine ağır bir cezaya mahkûm kılınırken, diğer yandan çok namüsait şartlar içinde yapılan hesap vermede, hayatımın her safhasında en ufak bir suiistimalim ve gayr-ı meşru bir iktisabım bulunmadığını da kabul etmek ve b u yönde karar vermek 
mecburiyetinde kaldılar. Benim için bu ikincisi mühimdir. Zira siyasi mahkûmiyet ne şahsi şerefimize, ne de bizi sevenlerin hakkımızdaki itimadına nakise getirmez.
İnsanlar şeref için yaşarlar ve ölürler. Ömrün uzunluğu ve kısalığı mühim değildir. Yüksek Adalet Divanı denilen öylesine bir mahkemenin önünde ve darağacına varan yolun üstünde başımı hiçe sayarak pervasızca yaptığım müdafaa bu inancın neticesi idi. Bir suretini ilk fırsatta sana göndermeye çalışacağım.
Ben siyasi hayata hissi olarak girmedim. Onun şartlarını iyi bilen ve rizikosunu berveçhi peşin kabul etmiş insanım. Kadere inandığım için hadisatı olduğu gibi kabul etmekteyim. Pişmanlık ve nedamet duyacak kadar manen zayıf değilim. Yıldırım yüksek tepelere düşer, ondan korkanın orada işi ne? Ben milleti çok genç yaşta temsil ettim. Elbet ki, davranışlarıma bu temsil vasfına layık vakar ve haysiyet hâkim olacak ve hayat-ı tamamımda harim-i namusun tek taşı bile düşmeyecektir. Onun içindir ki, Kayseri Bölge Ceza evinin içine konulduğum 37 numaralı hücresi de, ümit ve heyecanımı sarsabilmiş değildir. Ne beşerin kahrından pervam ne de lütfuna ihtiyacım var. Tevekkül ve itimadım sadece Allah’adır.
Sadık Erdem
Nişanlısına yüzüğünü iade eden adamın karakterine, davasına, ahlakına bağlılığına; eski Diyanet İşleri Başkanlarından Hasan Hüsnü Erdem’den, yani babasından aldığı feyzin getirdiği tevekkülün gücüne bakın… Sanmayın ki, medrese kültürü almıştı… Saatlerce sosyal siyaset konuşur, divan edebiyatından binlerce mısra okuyabilir, o yıllarda bile Nâzım’dan bahsedebilirdi.
İdama mahkûm olmasını, ömrünü hapishanede tamamlayacak olmasını değil de kendisine “hırsız” denilememesini önemsiyordu.
Sadece o mu? Hayır, elbette ki hayır.
İmza: Sadık Erdem-Adres Hücre 37
Salim Başol’un ifadesi ile Yassıada’ya tıkılanların hepsi aynıydı.
Başol, Tevfik İleri’ye “…her kuruşun hesabını vereceksiniz…” dediği zaman, “Bana hayatımın en güzel müjdesini verdiniz. Benim ve arkadaşlarımın namusunu siz bile tescil etmek mecburiyetinde kalacaksınız…” dememiş miydi?
Onlar bilirler ve derlerdi ki:
“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkil budur ki, ölmeden evvel ölür kişi.”
Onları hasta hasta asabilirlerdi, ama onları namuslarını lekeleyerek ölmeden evvel öldüremezlerdi.
Size bu mektubu yazan ve “Ne beşerin kahrından pervam ne de lütfuna ihtiyacım var” diyen adama ne yazabilirdiniz?
Nasıl teselli eder, nasıl ümit verebilirdiniz?
“Tarih sizin namusunuzu, vatana hizmetiniz tescil etti. Ya dışardakilerin ıstırabını, aczden doğan utançlarını kim tespit edecek? Biliniz ki dışardakilerin ıstırabı, sizinkinden fazladır…” diye yazdığımı hatırlıyorum.
Şimdi, onun aşağıdaki cevabi mektubunu okuyunca, “O mektubumda belki daha da güzel şeyler yazmışımdır” diye düşünüyorum.
12. 5. 1962-Kayseri
Sevgili Kardeşim Ertuğrul,
Gönderdiğin mektubunu aldım. Bunları zevk ve iftiharla gerek kendim ve gerekse arkadaşlara okudum. Seni hücredeki arkadaşların çoğu gıyaben tanımakta ve sevmektedir. Cevapta gecikiyorsam bana kırılma ve beni hoş gör. Bu gecikmeyi ihmal olarak değil; fakat hücre psikolojisinin tabii bir neticesi olarak mütalaa etmek gerek ve unutmamak icap eder ki, hapishanedeki insanı n tek tesellisi dostlarından gelen mektuplardır. Buradaki monoton hayatımızı renklendiren bunlar. Senden ricam benden cevap beklemeden, gecikmem halinde bana kırılmadan mektup yazmandır.
Bazı genç arkadaşlarım buraya kadar ziyaretime geldiler. Geçen gün Yavuz Esmersoy da gelmiş, fakat ve maalesef ziyaret günü olmadığı için görüşemedik. Bu ay sonu hücre müddeti dolmuş oluyor. Diğer umumi koğuşlara geçeceğiz. Erol’dan senin verdiğin malumat dışında hiç haber almadım. Mektuplaşıyorsan veya görürsen gözlerinden öptüğümü duyurursun.
Bu vesile ile bayramını da kutlar sağlık ve muvaffakiyetini diler, hasretle gözlerinden öperim benim aziz kardeşim.
Hücre 37-Sadık Erdem
Sadık Erdem’in hücre cezası bitti. Koğuşa geçti. Yassıada’da ve Kayseri Bölge Cezaevi’nin 37 numaralı hücresinde çektikleri, çektirenlere yetmemiş, müebbede tahvil edilmiş idam cezası muhbir ve müfterileri tatmin etmemiş, onu mahkemeden mahkemeye sürüklemeye devam etmişlerdi.
Saklayabildiğim son mektubunda bu yeni davalarından bahsediyordu:
1.9. 1962-Cezaevi-Ankara
Sevgili Kardeşim Ertuğrul,
Sana Kayseri’den ayrılırken bir mektup atmıştım ve Ankara’dan da yazacağımı söylemiştim. Ama bugüne kadar yazamadım.
Davanın duruşmasına girdim. Sorgum yapıldı. 11. 10. 1962 tarihine talik edildi. Bu arada burada kalacağım…
Asabi bakımdan bazı aksamalarımın tedavisi imkânını arıyorum. Bilhassa fikri çalışma yaparken başım şiddetle ağrıyor. Bir çare bulabilecek miyiz, bilmiyorum.
Yavuz Esmersoy ziyaretime gelmiş, kulaklarını çınlattık. Benim buraya geleceğimi senin mektubundan öğrenmiş.
Eski dostların havasını iyi buldum… Kaybettiklerimizin yanında muhafaza ettiklerimiz de pek çok.
Mektubunu beklerim. Hasretle gözlerinden öperim.
Sadık Erdem.
Afla tahliye olan Sadık Erdem, parmağındaki yüzüğü çıkarmayan nişanlısına koşmuş, sevgilisi hüzünlü kadına kavuşmuş, evlenip çocukları olmuştu. Yusuf gibi zindanlara sığmamış, Ferhat gibi dağları delmişti… Aşkın ölümle imtihanı, aşkın zaferiyle bitmişti.
Antalyalılar bu has evlatlarını unutmadılar, otuz sene sonra onu 1977’li yılların sonlarında tekrar parlamentoya gönderdiler. Gelin görün ki, 1957’de dört seneliğine seçildiği görevini 27 Mayıs 1960 müdahalesi yüzünden tamamlayamayan Sadık Erdem,12 Eylül 1980 darbesiyle yine seçildiği dönemi tamamlayamadı.Bu, kısa bir zaman önce kaybettiğimiz bir demokrasi kahramanının gerçek hikâyesidir. Nur içinde yatsın.”